Eserlerin ölümsüzlüğü: Bedenin sonu, sanatın zaferi
“Yazmasam, çıldıracaktım" demişti Sait Faik... Sanatçının, edebiyatçının kaçınılmaz yazgısı değil midir bu? Çıldırma ile deha arasında gidip gelen beynin gri kıvrımlarındaki çukurlar ve tümsekler arasında biteviye salınan elektrik akımları, düzensiz voltaj, etkiledikçe etkiler onu... Üretim aşamasına bir an önce geçmek zorundadır, yoksa içindekileri, duygularını dışarı vuramazsa sonuçlarını yaşamak/yaşatmak zorundadır... Beynin gebeliği, çocuğa hamilelikten çok daha zor geçer... Ne süresi, ne sancı zamanı, hiçbir şey, hiçbir şey belli değildir... Bir öğleden sonra, gece yarısı veya sabaha karşı doğum gerçekleşebilir... Feri gitmiş bir lamba, bir floresan ışık, belki de mum alevi ya da dolunayın parlaklığı yeterlidir eğer kalem kullanıyorsa... Fırça erbabı ise ille de gün ışığı diyecektir... Işık, biraz daha beyaz ışık lazımdır ona... Beste için bir iki ses veya sessizlik yeterli olabilir... Sonunda çalışan beyindir... Ve onun yönlendirdiği eller... Haz duyan da odur, ıstırap çeken de çıldıran da...
Öyleyse beden ne kadar gereklidir onun için? Basit bir araç mıdır? İşte tam bu noktada sanatçının bedenine duyduğu sevgi gündeme gelir... Bedeni mi, üretimi sağlayan beyni, onun yarattığı duygular mı ağır basacaktır? Toplum, onun ürünlerini, yansıttığı duygularını, dolayısıyla da beynini sevmektedir... Bedensel görünümü hiç önemli değildir... Çoğu hayranı yüzünü bile görmemiştir... Zaten medyada yayınlanan fotoğrafları da çok yıllar önce çekilmiştir ya da Photoshop yapılmıştır! Dostoyevski'yi, Balzac'ı, Shakespeare'i fotoğraflarından mı sevdik? Yahya Kemal'in şişmanlığını bilmemizin ne önemi var ki? Ürünleriyle vardır sanatçılar, edebiyatçılar... Toplumu bilgilendirmek, estetik değerler........
© Ekonomim
