menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ekonomik değil teknolojik savaş

26 0
15.03.2025

Deng Şiaoping’in 1978 yılında başlayan iktidarı Çin’in dünyaya ikinci açılımı olarak kabul edilir. Deng, Mao tarafından Kültür Devrimi döneminde kapitalist olmakla suçlanmış ve Partide çok önemli bir konumdayken tüm itibarı geri alınmış bir şahsiyetti. Belki de Asya’da itibarı geri verilen tek liderdi. Deng Mao’nun tersine önceliği ideolojiye değil ekonomiye verdi.

Deng’in ekonomiye bakışı Siyah-Beyaz Kedi Teorisiyle açıklanabilir. Onun için kedinin renginin hiç önemi yoktur mesele fareyi yakalayıp, yakalayamamasıdır. Diğer bir ifadeyle sistemin komünist ya da kapitalist olmasının bir önemi yoktur, mesele halkın ekonomik gücünün artmasıdır. Keza Çin’in elinde ucuz iş gücü ve üretileni tüketebilecek devasa bir nüfus vardır. Kurulan ekonomik sistemle insanlar çalışmalı, hayatlarını devam ettirmeli, böylece Parti rejimi bir isyanla karşılaşmamalıydı.

Elbette bu yetmezdi. Ekonomi dış yatırıma açılmalı, yatırımcıların getireceği teknoloji Çin adına daha büyük yatırımlara döndürülmeliydi. Keza Çin’in önünde Japonya, Güney Kore gibi aynı bölgeden örnekler vardı. Deng’in ekonomik modeli Soğuk Savaş’ın bitmesi ve küresel ticaretin önündeki engellerin neredeyse tümünün kalkmasıyla kendini tüm dünyada hissettirmeyi başardı.

Bu dönemde Sovyet Sonrası Rusya’nın başına geçen Boris Yeltsin Deng’e benzetiliyor ve Rusya ekonomik anlamda uluslararası piyasalara açılıyordu.

ABD ise bu gelişmeleri kendi tarafından okumakla meşguldü. Onlar için dünya tek kutuplu bir yapı almıştı ve liberal-kapital sistem kazanmıştı. Daha önemlisi artık bu sisteme bir meydan okuma da imkansızdı. Çin ve Rusya oluşan yeni sisteme dahil olmuşlar ve geriye sistemi tehdit edebilecek bir güç kalmamıştı.

O zaman kapitalist oldukları düşünülen bu ülkelere yardım edilmeliydi ki ABD gerçekten bunu yaptı. Çin, Batılı şirketlerin yatırım üssü haline getirilirken teknoloji transferinin de önü açıldı. Rusya ise enerji fiyatlarının ayarlanmasıyla daha zengin bir hale getirildi. Öyle ki Clinton döneminde Çin “stratejik rakip” olmaktan çıkarılmış ve “stratejik ortak” olarak ilan edilmişti. Rusya için ise NATO Rusya temas grupları oluşturulmuş, Rusya’ya genişlememe sözü verilmişti.

Bu iki ülke 11 Eylül olayında ABD’ye büyük destek verdiler. ABD’nin gelecekte neler yaşanacağını hesaplamadan giriştiği harekatlara tepkisiz kaldılar. Bunun bir nedeni vardı. İki ülke de 11 Eylül Olayları sonrası Batı’da oluşan “İslami Terör” kavramını Kuzey Kafkasya ve Doğu Türkistan’da kendi politikaları için kullandılar. Batı o dönem bu bölgelere yönelik baskılar karşısında üç maymunu oynadı.

Bu anlayışta değişiminin ilk kırılma noktası Rusya’da Putin’in iktidara getirilmesiydi. Putin ile Rusya’nın milliyetçi anlayışa dayanmaya başlayan dış politik yaklaşımları bir anda tekrar sistemin düşmanı yaftasını yemesine neden oldu.

Çin ise son otuz yılda, düşük değerli fabrika ürünleri üreten fakir bir ülkeden, elektrikli araçlar, güneş pilleri, gelişmiş malzemeler, yapay zekâ gibi dünyanın en ileri teknolojilerine sahip önemli bir ekonomik güç haline geldi. Bu durum ABD’de endişe yarattı. Çin’e verilen ticaret açığı, Çin’in gelişen savunma sanayisi ve giderek ABD’ye teknolojik üstünlük sağlayan yapısı ABD ekonomisindeki duraklamanın ana nedenleri olarak görüldü. Bu durum Çin’e bakışı da değiştirdi.

Bu değişim ilk olarak Cumhuriyetçi George W. Bush’un ikinci döneminden itibaren görülmeye başlandı. ABD 11 Eylül’ün yarattığı travmayı atlattı ve iki ülkeye karşı farklı politikalar izlemeye başladı. Her şey başa döndü. Çin “stratejik rakip”, Rusya ise “tarihsel düşman” olarak tanımlanmaya başlandı.

Trump yeni yönetimin dış politika ekibini “şahin” olarak tarif edilen kişilerden seçti. Bu ekibin şahinliği Çin ve İran........

© Dünya