menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Edebiyat Müzesi… Şiir Kütüphanesi… Nâzım'ın bavulu küçük İskender'de mi?

16 4
05.10.2025

Edebiyat Müzesi’nin kapısını araladım bir de ne göreyim, Ülkü Tamer o muzip gülümsemesiyle gelene geçene bakıyor. Bir müzenin girişinde tanışın, ahbabın, arkadaşın karşılaması ne büyük onur. Hemen orada de Yayınları’ndan çıkan kitabı: Virgülün Başından Geçenler, başka bir kitabı daha, el yazısı…

Duvarlarda bir Ülkü Tamer sergisi; şair Onur Sakarya’nın kaleminden çıkmış yazılar. Görseller, şiirleri duvarda ve masada Ülkü Tamer.

Misi köyü sokaklarında afişleri var, davet ediyor geleni geçeni. Oturup göz göze gelerek sokak kapısını gözlüyorum. Köy tenha, hafta içi geleni gideni fazla olmasa da orada geçirdiğim zaman içinde gelip gezenler, soranlar, ilgilenenler oldu.

Bir müzeye girip neredeyse içindeki her şeye dair fikrinin olması insana iyi geliyor.

Nereye baksan bir tanış olma hissi, nereye baksan bir arkadaşına tesadüf edecekmişsin gibi. Dün telefonda konuştuğun arkadaşının kalemini ya da el yazısını bir gün sonra müzede görüyorsun ve bu duygu iyi geliyor.

Bir edebiyatçı öldüğünde, ne yazık ki yakınları ilk iş kitaplarından ve eşyalarından kurtulmakta buluyor çareyi. Önce kitaplar tablaya düşüyor, ayakkabıları kapının önüne, eşyaları en yakın çöp kutusuna. Şanslı olanların anılarına nerede ve ne biçimde saygı duyulduğuna belki başka bir yazıda değinirim ama bu durum kaba gerçeği değiştirmez.

İyi ki edebiyat müzeleri var hayatımızda. Hem bizde olan ve titizlikle sakladığımız anılarının başına bir şey gelmesinden korktuğumuz eşyalarını, yazı gereçlerini, imzalı kitaplarını nereye verebiliriz ki başka?

Ahmet Erhan neredeyse son raddesine kadar kullanırdı yazdığı kurşun kalemleri. Bende bu kalemlerden biri vardı ve başına bir şey gelmesinden, kaybetmekten fena halde korktuğum için Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Nurgül Işık hanımefendi aracılığıyla müzeye bağışladım. Bir de bana verdiği imzalı kitabını ve şapkasını verdim müzeye.

Tabii, saklamak isteyebilirdim arkadaşımın kalemini; ama orada kamusal bir yarardan öte, kişisel bir duygu ağır basardı. Nitekim Edebiyat Müzesi’nde bağışladığım nesneleri, Ahmet Erhan’ın fotoğrafıyla bir arada görünce iyi bir şey yaptığıma bir kez daha ikna oldum. Bende kalsa en fazla eve gidip gelen arkadaşlarıma gösterecektim ve o küçücük kalemi kaybetmekten korkar hâlde yaşayarak bir anıyı saklamaya devam edecektim. Artık kamuya ait, bir müzenin envanterinde; çok güzel bir duygu.

Yeni dönemde Behçet Aysan ve Arkadaş Zekâi de müzeye katılanlar arasında.

Ne zaman Edebiyat Müzesi’ne gitsem el yazılarına bakıyorum merakla, kim nasıl yazmış, hangi renk kalem ya da mürekkep kullanmış diye merak ediyorum. Kuşaktan kuşağa kalem ve yazı gereçleri değişiyor. Yeni kuşağın dolmakalemleri çok tanıdık. Eski kuşağın dolmakalemleri çok klasik. Biz sanki bir yere yetişmek gibi, hızla yazmışız onca şeyi, el yazılarımız çok aceleci. Bizden önceki kuşakların el yazılarında bir sükûnet var, bu o kadar net görülüyor ki. En azından bu kıyaslamayı yapmak için bile Edebiyat Müzesi’ne tekrarla gitmem gerektiği fikri sabit bende.

Zaten kaç defa gittim ve kaç defa dolaştım anımsamıyorum bile. Orası bir ev gibi, bir kendini bulma, kendinden olanla yan yana gelmek için bir neden gibi adeta. Ne zaman Yaşar Kemal’in rafına bakacak olsam uzanıp aşağıdaki kalemlerden alasım gelir ve bunu yapan, elini uzaten, kalemlere helallenen ilk kişi ben değilim. Dönemin kültür müdürü Güney Özkılınç müzeyi gezdiğimizde beni uyarmıştı, yine de elim gitti o cam fanusa. İnsanı çağıran bir........

© Diken