Said Nursi, Eğilmeyen İrade-II
Birinci yazımızın devamı olan ikinci yazımızda Said Nursi’ye getirilen eleştiriler üzerinde duracağımızdan bahsetmiştik. Ancak önce eleştiri nedir ne değildir üzerinde biraz patinaj yapmak isterim. Özellikle Tanzimat döneminde edebiyatla başlayan ve bugün sporda, sanatta, siyasette, tarihte, felsefede, kültürde, ekonomide, dinde hâsılı her alanda dozunu artırarak devam ede gelen bir eleştiri yağmurunun altında hayat sürdürüyoruz. Umulurdu ki böylesi bir yağmurdan hayatın her alanında arzu edilen ivme yakalanabilsin. Lakin bu sıçramayı henüz yakalayabilmiş değiliz. Zannediyorum bunun üç önemli sebebi var. İlki eleştiri hakkımızı önce kendimizden başlayarak kullanmamamızdır. İnsan kendi kusurunu hardal tanesi gibi küçültüp başkalarının kusurunu koca bir dağ gibi görmeye başlarsa eleştiri amacına ulaşamaz. Zira ona dönüp derler ki: “Eleştirdiğin kişinin kusuru senin kusurunun yanında denizde bir damla.” Yapılan tenkitlerden netice alamadığımızın diğer bir sebebi toplum olarak eleştiriden gereken dersleri çıkaramamamızdır. Her yapılan eleştiride art niyet aramak, alınganlık göstermek bizi geliştirmez. Bir mevzu ile ilgili fikir beyan ettiğinizde yaftanlamak endişesi ve bizim mahalleden değildir anlayışı da eleştiriden istifade etmemizi engeller. Eleştiriden istenen neticeyi alamamamızın üçüncü önemli nedeni ise eleştiri yapmayı tam olarak bilmiyor olmamızdır. Eleştiri nedir, nasıl yapılır, niçin yapılır ve neden yapılmalı sorularının cevaplarının üzerinde pek kafa yorduğumuzu söyleyemeyiz. Eleştiri yaparken asıl amaç faklı niyet beslemeden, ön yargı cenderesine düşmeden daha iyinin, daha güzelin peşine düşmek olmalıdır. Toplumda böyle bir havanın olduğunu söyleyemeyiz. Maalesef çağımızın hatırı sayılır aydınları insanları yermekten, yenmekten haz duyan, üste çıkmayı marifet bilen egosantrik kişiliğe sahipler. Esasen böyle bir durumda kimi eleştiri masasına yatırdığımızın da pek önemi yok. Eleştirirken nefsimizin tatmin olmasını ve bir takım kazançlar elde etmemizi marifet sayıyoruz. Oysa olması gereken eleştiriye maruz kalan insanların söyledikleri sözlerin ne zaman, ne maksatla, hangi ortamda, hangi şartlar altında ve ne için söylendiğinin tespit edilmesidir. Öte taraftan sosyal medyadan ya da birileri hakkında duyduğumuz sözün gerçek olup olmadığına bakmadan görmüş gibi, duymuş gibi hüküm verdiğimizde hem o kişinin vebaline girmiş, hem de toplumda fitne tohumları açmış oluruz. Kin, garaz ve bir takım menfaat mülahazalarıyla eleştiri yapılmamalı, iyi niyet asla terk edilmemelidir. Amaç “bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek” olmalıdır. Aksi halde yapılan her eleştiri hem eleştirene hem de eleştirilene zarar verebilir. Tenkit dairesinin dışına çıkmadan, kalpleri yaralamadan, insanları rencide etmeden, dini, vicdani, hukuki ve insani ölçüler hesaba katılarak saygı diliyle söylenen sözler elbette dikkate alınmalıdır. İyileştirmeye, geliştirmeye açık bu tür bir eleştiriye devletin en tepesinden işportacısına kadar herkesin ihtiyacı var. Hele ki hoca ya da âlim sıfatlı birini eleştirirken daha dikkatli davranmakta fayda var. İşte birkaç husustan bahsedelim.
“Keskin sirke küpüne zarar verir.” Atasözünden hareketle sert ve ölçüsüz eleştiriler uzun vadede kişinin kendisini de yer bitirir. Kur’an, bize insani ilişkilerimizde mutedil bir dil kullanmamızı tavsiye eder. “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette(onlar) etrafından dağılırlardı…”( Ali İmran/159)
Bugün bazı köşe başlarını tutan, yazarların ya da hoca sıfatlı insanların konuşmalarına baktığınızda eleştirmedikleri bir Allah dostu yok gibidir. İslam’ın göz bebeği olan ve bu millete mal olmuş ne kadar âlim varsa hepsini hedef tahtasına oturtmaktan asla çekinmemişlerdir. Sanırsınız ki bütün âlem yanlış yolda da bir tek kendileri doğru yoldadır. Ne yazık ki bu fütursuzlar, kendi günahlarının avukatı, başkalarının kusurlarını ortaya dökmede ise bir savcı kadar mahirdirler. Anadolu da bir zaman Seyit Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Muhammed Hamidullah gibi bazı alimlere yapılan düşmanlıkla, Anadolu’nun kıymetli âlimlerini ve değerlerini budayanlar arasında hiçbir farkı yoktur. Birilerinin belki de istediği budur. Birini ötekine, ötekini berikine kırdırmak…
Nursi’nin bazı tevile muhtaç sözlerinden yola çıkarak onu hâşâ şirkle, peygamberlik iddiasıyla, ajanlık (ki bu mevzuyu bile yazmaya gerek görmüyorum. İngiliz ajanı olan biri Milli Mücadeleyi destekleyen “Hutuvatı Sitte” adlı eseri yazar mı, İngilizlere burada söyleyemeyeceğim bazı ifadeleri kullanır mı? Meclise çağrılır mı? Ruslarla, Ermenilerle mücadele eder mi?) ipe sapa gelmez hezeyanlarla, iftiralarla itham etmenin ne vicdanla, ne dinle, ne de insaniyetle bir ilgisi vardır. Toplum olarak nasıl bu hale gelebildik anlamak zor. Oysa geçmişimizde öyle örnekler var ki gıpta etmemek elde değil. İşte bir misal.
Âsam isimli bir veli varmış. “Âsam” sağır demek. Yalnız ismi Asam değil sonradan kendisine verilen bir sıfat… Huzuruna bir kadın gidiyor ve başlıyor anlatmaya derdini. Dertli kadın bağıra bağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca kadından çirkin bir söz çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Âsam, hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına diyor ki:
“Hanım hanın bağıra bağıra konuş ben sağırım! İşitmiyorum.”
Çirkinliği örtmedeki misal muhteşem. İslamiyet budur gidip de herkesin en mahrem hayatını, en gizli sırlarını ifşa edip ortaya dökmek değildir. Mevlana şöyle der: “Allah bir insanın perdesini yırtmak isterse temiz insanlara tan ettirir. Yani kötüler. Allah bir insanın kusurlarını örtmek isterse onu başka hakkında konuşmasına mani olur.” Muazzam bir ölçü. Eleştiri budalasına dönen insanların kulakları çınlasın. Eğer bizler birileri hakkında konuşuyorsak bu konuşmamızın ucunun nereye uzandığını bilmemiz gerekir.
Bahse konu olan üstadın eserlerini taharri ettiğinizde baştan sonra bütün mesaisini iman üzere hasrettiği görülür. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”[1]
Said Nursi, kendisine yapılan bunca haksızlığa rağmen şahıslarla uğraşmaktan uzak durmuştur. Kur’ani ve peygamberi bir ahlakta bunu gerektirir. Nursi’nin kilitlendiği tek nokta bu millet nasıl istikamet üzerinde yürür, nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl ebed-ül âbâd yolunda selametle ilerleyebilir?
Peygamberler hariç hiçbir insan hatadan hali olmadığı gibi dokunulmaz da değildir. İnsana yakışan herkesi kendi kıymet ölçüleri içerisinde değerlendirmek ve hiçbir kimseye bir kutsiyet atfetmeden makul olarak yapılan........
© dibace.net
