menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gezer: “Firuzan Edebi Bir Üretim Değil Sadece, İçsel Bir Yolculuktur Da…”

9 25
24.05.2025

Geçen aylarda “Firuzan” adlı romanınız yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Hem adıyla hem kurgusuyla ilgi çekici bir kitap. “Firuzan”ı yazma gayeniz ve kitabın yazılma süreci hakkında neler söylersiniz?

Firuzan, aslında önceki romanımda birkaç sayfalık bir karakterdi. Sessizdi ama neşeli olduğunu düşündük hep; adına yazılmış satırlar azdı ama hem bende hem de okurda derin izler bıraktı. Sanırım daha en başında Firuzan’ın sadece bir yan karakter olmadığını; kendi hikâyesini, kendi sesini, kendi yasıyla birlikte taşıdığını biliyordum.

Onu tanımak istedim. Nereden geliyor, neyi susturuyor, neyi anlatmak istiyor… Bu merak, zamanla kadınlarla örülü, kuşaklar boyunca birbirine aktarılan bir hikâyeye dönüştü. Tek başına değildi Firuzan. Onun ardında anneler, nineler, suskun kalmış kadınlar vardı. Hepsiyle birlikte konuşmak, anlatmak, yüzleşmek gerekiyordu.

Yazma süreci de tam bu yüzden sadece bir edebi üretim değil, bir içsel yolculuktu. Kendi içimde Firuzan’a ve onun temsil ettiği kadınlara yer açmak, onları anlamak ve en önemlisi de artık susturmamak üzerine kurulu bir süreçti bu.

Kitabınızda masalsı bir üslup söz konusu.”Firuzan”a bir modern zamanlar masalı diyebiliriz diye düşünüyorum. Size de modern masal anlatıcısı… Neden böylesi bir üslup seçtiniz?

Düşüncenize kısmen katılıyorum. Romanın Umay’ın hikâyesiyle, yani 1600’lü yıllarda, sisli, karanlık, inançla korkunun iç içe geçtiği bir zamanda başlaması; ruhların fısıldadığı, halatın ve fistanın anlatıcıya dönüştüğü bir atmosferle açılması, doğal olarak okurda bir “masal hissi” uyandırıyor. Zamanın çizgisel olmayışı, kuşaklararası geçişlerin neredeyse bir sözlü gelenek gibi aktarılması da bu hissi besliyor olabilir.

Ama “Firuzan” gerçekliği ele alış biçimiyle gerek modern, gerekse geleneksel masaldan ayrışıyor. Tam aksine, masalın biçimini kullanarak gerçekliğin en çıplak, en can yakan hâlini anlatmak isteyen bir metin. Masal gibi görünen şey aslında yaşanmışlıklardan derlenen kolektif bir hafıza. Yani, evet, form olarak bazı yerlerde masalsı tınılar var; ama içerik olarak masaldan çok uzak. Bu da bilinçli bir tercih elbette: Okurun yumuşak bir sesle girdikleri anlatının ortasında, hayatın sertliğine çarpmasını istedim.

Romanda Türk mitolojisinin önemli karakterlerinin adı olan Umay, Ülgen gibi adlar kullanılıyor. İlerleyen sayfalarda Dile Ferzine, Dapîr, Rojda, Ferzî gibi Kürtçe ad ve sözcükler yer alıyor. Arkasından Rum asıllı kahramanlar geliyor. Neler söylersiniz bu çeşitlilikle alakalı?

Bu topraklar tek bir kimlikten, tek bir sesten ibaret değil. Umay’dan Rojda’ya, Maria’dan Ferzî’ye kadar her karakter, bu coğrafyanın başka bir yüzünü temsil ediyor. Diller, inançlar, aidiyetler bir arada yaşıyor bu romanda. Çünkü öyle yaşıyor bu toprakta da. Kimi zaman çatışarak, çoğu zaman iç içe geçerek.

Umay’ı anlatırken Türk mitolojisine, Dapîr’i konuşurken Kürtçeye, Maria’ya geldiğimizde Rum kültürüne dokunmamak, eksiltmek olurdu. Her biri bu toprağın kadim katmanları. Dil, sadece iletişim değil; taşıdığı hafızayla bir varlık biçimi. O yüzden romanın dili, romandaki karakterlerin kaderiyle iç içe geçti. Ayrıca bu tavır sayesinde kadına olan baskının coğrafya, zaman, ırk tanımadığının da altını çizme imkânı doğdu.

Roman mekânlarından biri de Araf. İlginç bir mekân. Arafın dinsel bir içeriği de var. Neden mekân olarak Araf’ı seçtiniz?

Araf’ı yalnızca ölümle yaşam arasındaki geçici bir durak olarak görmedim. Benim için Araf, hepimizin içinde taşıdığı bir yer. Ne tam hayatta olduğumuz ne de büsbütün yok sayıldığımız o gri alan.

“Firuzan”da Araf’a bir mekândan fazlası, bir ruh hâli, bir var olamama biçimi diyebiliriz sanırım. Yaşarken susan, öldüğünde bile konuşamayanların -belki de en kalabalık kitlenin- toplandığı yer. Bedeninden çok sesinin asılı kaldığı bir boşluk. Bu yüzden Araf’ı sadece ölümden sonrasına değil, romanın her anına yaydım. Bana göre Araf, doğduğunda sevinçle karşılanmayan, büyüdüğünde korunamayan, öldüğünde unutulanların ortak adresi. Firuzan da, Maria da oradan konuşuyor aslında: Yeryüzüne tutunamamış, göğe de yükselememiş ama hâlâ........

© dibace.net