“Aile, İnsan ve Toplum Arasındaki Köprüdür”
Sosyolog Prof. Dr. Beylü Dikeçligil Hocamızla aile merkezli bir söyleşi gerçekleştirdik. Aile, modernizmle birlikte ailede değişimler, Türk Ailesi, boşanmalar, kadın cinayetleri ve daha bir çok konuda Hocamız ufuk açıcı değerlendirmeler yaptı. Bütün yoğunluğuna rağmen bizlere vakit ayırma nezaketinde bulundu. Teşekkür ediyoruz kendisine.
Beylü Hocam akademik alanda çalıştığınız konuların başında sosyal bilimler metodolojisi, kültür, sosyal değişim ve aile geliyor. Çok kıymetli kitap, makale ve konferanslarınız var. Dünya hızlı, yoğun bir değişim ve dönüşüm içerisinde. Ailedeki değişimleri anlayabilmek için önce modernleşme sürecini anlamak gerektiğini söylüyorsunuz. Açıklayabilir misiniz?
“Küreselleşme yaşanıyorken neden modernleşme?” diye bir soru akla gelebilir. Aslında küreselleşme, sanayileşme ile başlayan modernleşmenin değişen şartlara göre revize edilmiş yeni yüzü. Bu yüzden modernleşme önemini hiç kaybetmedi.1989 yılında Berlin duvarını yıkılışından bu yana, küreselleşme modernleşmenin ulaşamadığı noktalara kadar giren bir değişim süreci olmuştur. Modernleşme dediğimizde daha çok kültür, küreselleşme dediğimizde de ekonomi ve teknoloji ön plana çıkıyor. Her ikisi de modern Batı medeniyetinin, aslında kapitalizmin dünya hâkimiyetini sağlayan süreçler.
Modernleşme; toplumların kültürel-bilişsel anlam kodlarında ve davranış normlarında sarsıcı dönüşümleri de beraberinde getirdi. Bu yüzden ailenin de bu hengâmenin dışında kalabilmesi mümkün değil. Ancak ailedeki değişimi ele almadan önce modernleşmenin üç önemli özelliğinin altını çizelim.
Batıda başlayan ve tüm batı-dışı toplumları kuşatan modernleşme; her şeyden önce zorlayıcı bir değişimdir. Bu tür değişim, antropolojide ‘zorla kültürleme’ olarak adlandırılıyor. Modernizm muhatabını örtülü ve açık şekilde bir baskıya ve zorlamaya maruz bırakır. İkincisi, insanın ve toplumun tüm hayat alanlarını dıştan ve içten kuşatır. Yani sadece maddi kültürü değil, bilişsel ve davranışsal kültürü de kapsar. Bu ikisinin sonucu olarak modernleşme, tüm batı-dışı toplumlarda ve antropolojinin inceleme konusu olan yerel kültürlerde derin bir travmaya neden olmuştur.
Oysa batı ülkeleri için modernleşme, kendi tarihsel-kültürel süreci içinde ekonomi, siyaset, bilim ve teknolojinin desteğinde oluşan ve kültür ve sanat ile yakından bağlantılı doğal bir oluşumdur. Batı-dışı her kültür için ise travmatik bir deneyimdir. Bu travmanın yarattığı alt üst oluştan henüz kurtulabilmiş bir toplum ve bir topluluk da yok! Ana hatları ile çizersek durum böyle…
Ne var ki, bu belayı başımıza kim sardı diye yapılan tartışmaların bir faydası da yok! Gerçekliğin içinde saklı olan hakikati görebilmek ve dermanı bulabilmek için öncelikle günah keçisi aramayı bırakmak gerekiyor. Tıpkı kişinin önce iğneyi kendisine batırması gibi, ilkin “Bu sürece nasıl dâhil olduk ve neler yaptık?” sorusunu sormalıyız. Nasıl bir kişinin ‘başına gelenlerden çok, başına gelenlere karşı ne yaptığı’ önemli ise, aynı şey toplumlar için de geçerlidir. Osmanlı ile başlayan modernleşme, içten içe çöken Osmanlı için kaçınılmaz bir süreç oldu. Cumhuriyet de, bazı uygulamalarda aşırıya kaçılmış olsa da, modernleşmeyi sürdürmek zorundaydı. Nasıl ki Küba, Kuzey Kore hariç, küreselleşmenin dışında hiç bir ülke kalamadıysa, modernleşmenin de öyle. Yıllar öncesinde “Dünya Modernleşme Diyerek Dönüyor” başlıklı bir makale yazmıştım. Ve “Kimsenin durdurun dünyayı inecek var!” diyecek hali yok! Bunları; iyi-kötü, doğru-yanlış değerlendirmesi yapmadan söylüyoruz. Duygusal ve ideolojik tepkiler vermek yerine ilk soru, “Biz nerelerde hangi yanlışları yaptık da, bu duruma düştük? Bu zorunlu modernleşme sürecinde yapılan hatalar nelerdi” olmalı.
İnsan hayatında ve sosyal dünyada her şey iç içedir; doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, olumlu-olumsuz tüm özellikler âdeta birbiri içinde yuvalanmıştır. ‘Ya/ya da’ şeklinde işleyen siyah-beyaz (dikotomik) mantıktan kurtulan herkes, bu olağanüstü dinamik ve çok yönlü işleyişi görebilir. Demem o ki, modernizmin olumsuz etkileri sayılamayacak kadar çoktur, ancak olumlu etkileri de olmuştur. Cariyelik müessesinin kaldırılması, birden fazla kadınla evliliğin yasaklanması, kadının kamusal alana katılması gibi çeşitli olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştır. Tabii medeni kanun gibi bünyemize uymayan kanunların ithal edilmesi gibi çeşitli olumsuzlukları da gözardı etmiyoruz.
Sadece sosyal bilimciler için değil sağduyulu her kişinin, olan bitene nesnel bakabilmesinin yolu, olanı olduğu gibi kabullenmekle başlar. “Olması gereken oldu; yoksa olmazdı”… Binlerce yıl öncesinden gelen bu hikmet, tepkisel-yıkıcı duyguları kontrol altına alarak doğru akıl yürütebilmeyi sağlayan ilk adımdır. Tıpkı bireysel hayatın kendine özgü akışı gibi, sosyal etkileşim ağları örüntüsü olan toplumda da sosyolojik oluşların bir akışı vardır. Bu kabullenme, onaylama anlamına gelmez; aksine olumlu veya olumsuz etkilenmelerden korur. Bu kavrayış ise, ancak ‘hem-hem de’ mantığı ile mümkündür. “Modernizm niye başımıza geldi? Bu belayı kim başımıza sardı?” gibi tepkisel sorularla yola çıkmak ideolojilerin işidir, sağduyunun ve bilimin değil. Maalesef bu tür modernleşme yanlısı ve karşıtı bir çekişme, aile konularında da bizi hatalara sevkediyor. Oysa soruları duygusal ya da ideolojik tepkilerin ürünü olarak değil, olguyu derinlemesine anlayabilmek için sormalıyız.
Duygusal ya da ideolojik tepkiler bizi bir yere götürmez, aksine bir anaforun içine çeker. Bu tür yüzeysel tepkilerin yerine serinkanlı tespitler yapabildiğimiz ölçüde çözümlere ulaşabileceğiz. Meseleye bu açıdan bakanlar için, aile gibi insan ve topluma dair tüm konular, çekişme nesnesi olmaktan çıkar ve doğru bilgiye ulaşabilmek için bir kaynak haline gelir.
Bu değişim hengâmesinin içinde aileye, aile kurumuna baktığınızda neler görüyorsunuz? Hocam, bu kadar değişimin içinde aile mevcudiyetini devam ettirecek mi? Ailenin değişmeyen nitelikleri var mı? Bunlar nelerdir?
Böyle bir hızlı, yoğun ve kuşatıcı, üstelik zorlayıcı bir değişim sürecinin yarattığı travmadan aile kurumunun da nasibini almaması mümkün değil. Değişme sürecinde tüm kurumlarda olduğu üzere ailenin de bazı ihtiyaçları, dolayısıyla bu ihtiyaçları karşılayan işlevlerinden bazıları değişmiş bazıları değişmeden kalmıştır. Ne var ki, meseleye tek yanlı bakan iki eğilim de bu gerçeği gözden kaçırıyor. Aile karşıtı olan eğilimler aileye ihtiyaç kalmadığını iddia ediyor, aileyi savunanlar ise “Aman aile elden gidiyor!” kaygısına düşüyor. Oysa her şey değişiyor değil. Değişenler ve değişmeyenler iç içe. İndirgemecilikten kaçındığımızda bu gerçeği görebiliyoruz. Değişenlere bakıp, “Her şey değişiyor” yanılgısına düşmek, indirgeme-aşırı genellemeci-toptancı düşünce biçiminin ürünü…
Sanayileşme-kentleşme-modernleşme üçlüsü ile ailenin de tüm işlevleri, yani belirli ihtiyaçları karşılama görevi değişmiş değil. Zaten ailenin var olmasını sağlayan ihtiyaçlar, dolayısıyla ailenin işlevleri tümüyle değişse idi, artık aile değil bir başka kurumdan söz ediyor olurduk. Bu noktayı gözden kaçırmamak lazım… Modernleşme öncesinde de tarih boyunca değişim süreci içinde, sadece ailenin değil tüm kurumların bazı işlevlerinde değişimler olmuş, bazı işlevlerinde olmamış. Değişen şartlar insan birlikteliklerinde bazı ihtiyaçların değişmesine yol açmış. Bu ihtiyaçları karşılayan kurumsal işlevler de değişmiştir. Ancak insanın doğasından, fıtratından kaynaklanan ihtiyaçlar ise değişmeden kalmıştır. ‘Değişenler’ dış koşullara bağlı iken, ‘değişmeyenler’ insanın doğasına ve dolayısıyla kurumun varlık nedenine ilişkindir.
Üstelik, insan doğasından kaynaklanan sevgi, merhamet, güven, maddi ve manevi paylaşma, destek alma ve destek verme gibi biyo-fizyo-psiko-sosyal ihtiyaçları karşılayan işlevler değişmeden, hatta kaotik dönemlerde, daha da güçlenerek devam etmektedir.
Ailenin, insan için bir sığınak olma, sosyal statü sağlama, sosyal sermaye temin etme, psikolojik tatmin ve en önemlisi sevgi, şefkat, paylaşma ve güven gibi duygularının alışverişini sağlama işlevi halen devam ediyor. Ailenin dışında hiç bir insan birlikteliği bu ihtiyacı karşılamayı başaramıyor. Aile bu asli ihtiyaçları karşıladığı ölçüde sağlıklı ve mutlu bir aile olabiliyor. Tabii ‘mutlu’ derken, aslında ‘mutlu anları çok’ demek istiyoruz. Zira hayatı kapsayan yekpare bir mutluluk mümkün değil… Aileyi aile yapan en önemli işlevlerin bunlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yüzden insanın doğası değişmedikçe aile değişerek de olsa devam edecek.
Aileyi eşsiz kılan bir özelliğini gözden kaçırmamalıyız. Kişi, iş veya arkadaşlık çevresinde huyunu-suyunu sevmediği, davranışlarını tasvip etmediği biri ile olan ilişkisinde araya mesafe koyabilir veya ilişkisini tamamiyle kesebilir. Ancak aynı özelliklere sahip bir aile ferdi ile ilişkisini sürdürmeye çalışır. Ona destek olmaya devam eder. Onun başına bir şey gelmesin diye uğraşır. Öfkelense bile sorunlarını çözmeye çalışır. Dışarıda da bu durumu pek dillendirmez. Aile böyle bir şeydir. Aileyi kişinin tek kalesi yapan, vazgeçilmez kılan özelliklerden birisi de budur.
Ailenin değişen işlevlerine de bir göz atalım. Bu işlevlerin başında eğitim ve yaşlıların bakımı geliyor. Sanayileşme ile birlikte eğitim kamusal alanda yaygınlaşmaya başlıyor. Bir zanaatkarın oğlu, sadece babadan öğrendiği ile kalmıyor, meslek okuluna gidiyor. Yaşlılar aile içinde bakılırken, ailelerin küçülmesi ve işgüç biçimlerinin değişmesi nedeniyle bakımevleri devreye giriyor. Neyse ki, yaşlıların ailede bakımı bizde eskisi kadar olmasa da devam ediyor. Batı’da yalıtılmış çekirdek aile modelinde yaşlılara yer yok. İsveç’ten yaşanmış bir örnek verelim.
İsveçli bir çekirdek aile Akdeniz ülkelerinden birinde tatilde iken, bakımevinden gelen bir telefonla büyük annenin ölüm haberini alıyor. Aile bakımevi yetkilisinden, tatilleri bitene kadar annenin cenazesinin morgta tutulmasını istiyor. Dönüşte aile, bu olayı gayet doğal bir şekilde çevresine söyleyebiliyor. Toplumsal kontrolün kalkmış olduğu modern dünyada bireysel tercihler önemli. Zira cesedi morgda bekletilen ebeveyn de çocuğunu on sekiz yaşında başının çaresine bakmak üzere yetiştirmişti. Şüphesiz, bireyci toplumlarda da ebeveynleri ile yakından ilgilenen yetişkinler, destekleyici aile ilişkileri vardır ve her zaman var olacaktır. Ancak toplumun genel manzarasına baktığımızda görüyoruz ki bu tür ilişkiler, bakıma muhtaç birinci yaşlı kuşak ile ikinci yetişkin kuşak, hatta üçüncü kuşak arasındaki ilişkilere rengini verecek kadar yaygın değil. Zira kültüre bireyci, ben-merkezci bilişsel kodlar hâkim.
Nitekim koronavirus döneminde İtalya, hastahanelere yaşlıları almamak gibi çok zor bir seçeneği tercih etmek zorunda kaldı. İngiltere, Fransa ve İspanya’da bakımevlerindeki yaşlılar kaderlerine terkedildiler. Evinde cesedine sonradan ulaşılan yaşlı ölümü yüksek oranlara ulaştı. Oysa ülkemizde yaşlılar ile tutumlar çok daha farklı oldu. Buna rağmen coronavirüsün özelliği nedeniyle, 05.06.2020 tarihli haberlere göre ülkemizde koronavirus nedenli ölümlerin ’ünü, 65 yaş üzeri oluşturuyor. Ancak, ülkemizdeki yaşlı nüfus, bireyci kültürü yücelten ve bize dayatan Batılı toplumlardaki gibi bir muameleye maruz kalmadı. Aksine korundu, yalnız yaşayan yaşlılara destek hizmetleri sunuldu. Buna rağmen bu korumayı aşağılama gibi algılayan yaşlılar da çıktı. Bu son derece normal. Her toplumda, toplulukta, sosyal birliktelikte her türlü insan vardır. Suyun rengi önemli…
Önemli olan nokta, modernizmin her şeyi değiştiremediği gerçeğini görebilmemiz. Kültürün bilişsel kodlarının pek de çabuk değişmediğini anlıyoruz. Paylaşımcı kültürel kodlarımızın değerini anlamak zorundayız. Tabii burada bir tehlike de mevcut. Sağlıklı paylaşımcı bir kültürde “ben-biz dengesi”nin kurulması gerekiyor. Paylaşımcı toplum perdesi arkasında, bir veya birkaç “ben” tarafından kontrol edilen “biz”den söz etmiyorum. Şahsen, kim “biz”den söz ediyorsa, ardında hangi ‘ben’in veya ‘benler’in hangi koşullarda, hangi araçları kullanarak, nasıl baskın olduğunu görmeye çalışırım. ‘Biz’i değil ‘ben-biz dengesi’ni konuşmalıyız. Bu dengeyi kuracak ve koruyacak değerleri, anlam kodlarını ve mekanizmaları tartışmalıyız.
Modernleşme ile ailenin değişen fonksiyonlarına bakmaya devam edelim. Batı’da olağan hale gelen evlilik dışı birlikteliklerin artması, aile ile birlikte işleyen evlilik kurumunun cinsellik işlevinin önemi ve etkisini azaltmış durumda. Küreselleşme sürecinde Türkiye’de de bu eğilimin, özellikle büyük kentlerde, Batı’daki kadar olmasa da giderek arttığı görülüyor. Şüphesiz evlilik, karşı cinsten iki kişi arasındaki cinsel haz birlikteliğinden ibaret değildir, ancak serbest cinsel yaşam ailenin bir alt kurumu olan evliliğine duyulan ihtiyacı azaltıyor. Evlilik yaşı giderek yükseliyor. Tabii ki, örgün eğitim sürecinin uzun sürmesi ve boşanmaların artıyor olması da önemli etkenler.
Ailenin yeni kuşağa kültürel kodları aktararak çocuğu ve genci hayata hazırlamayı ifade eden sosyalleştirme işlevi de giderek zayıflıyor. İletişim teknolojisindeki çeşitlenme ve yoğunlaşma, âdeta evlerin duvarlarını yıktı. Ailenin kültür aktarımı işlevini önemli ölçüde sekteye uğratan bir süreci yaşıyoruz. Sosyal bilimlerde sosyalleşme kavramından söz edilirken, sosyalleşmeyi biçimlendiren kurumlar ve sosyal birliktelikler içinde aile ilk sırada yer alır. Sosyoloji giriş kitaplarında artık birinci sıranın iletişim teknolojisine verilmesi gerekiyor. Pandemi döneminde aile bireylerinin aynı çatı altında geçirdikleri zamanın artmış olması, bazı durumlarda, pek bir şey ifade etmiyor. Zira aile bireyleri, insanın âdeta yeni bir uzvu haline gelen cep telefonu ile, sosyal bir birliktelikten çok mekânsal birliktelik yaşıyor.
Aile de hemen herkes iletişim teknolojisi marifetiyle zamanlarını başkaları ile paylaşıyor. Artık annelerin, babaların büyük bir çoğunluğu da en az genç kuşak kadar teknoloji bağımlısı olma yolunda. Hatta çoğu oldu bile! Şüphesiz teknoloji karşıtlığı yapmıyoruz. İnsanın teknolojiyi kontrol etmesi gerekirken, teknolojinin insanı nasıl ele geçirdiğine dikkat çekmek istiyorum. Bu eğitimin önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Basiret-dirayet ve vicdan-anlayış sahibi iradeli ve üretken insan modeline en fazla bu çağda ihtiyaç var. Tabii bu eğitimi de, eğitim kurumlarından beklememek lazım. Müfredatta yer alsın diye bir önerim yok! Zira önemli bir konuyu içinden çıkılmaz haline getirmek istiyorsanız, konunun müfredata girmesini sağlayacaksınız.
Velhasıl, insanın doğasından kaynaklanan ihtiyaçlar, yani insan fıtratının asli ihtiyaçları sadece ve sadece aile tarafından karşılanabiliyor. İnsanın özündeki sosyal varlık potansiyelinin, hatta ahsen-i takvim potansiyelinin, kuvveden fiile çıkabilmesi için insanın sosyal etkileşim ağı içinde yaşaması gerekiyor.
İnsan başka insanlarla birlikte yaşamadıkça, bir hiç! Ancak aile sadece bir kurum olarak ele alındığında bu gerçeği yakalamak, anlamlandırmak mümkün olmuyor. Zira her kurumsal yaklaşımda insan kaybolur. Kurum olma özelliği kadar ailenin bir etkileşim ağı olduğunu gerçeğini gözden kaçırmamak lazım.
Aileyi daha iyi anlayabilmek için kurum ve etkileşim ağı kavramlarını biraz açar mısınız?
Önce şunu ifade etmeliyiz. Sosyal bilimlerin kavramları, çoğu zaman gündelik hayatın içinde farklı anlamlarda kullanılır. Bazen bir kavram çiftinde, aradaki ince ayrım kalkar birbiri yerini kullanılır. Kurum ve organizasyon kavramları gibi..
Ailenin kurum ve etkileşim ağı olma özelliğinin neden birlikte ele alınması gerektiğini açıklamak için bütünleştirici sosyolojinin bilgilerine ihtiyacımız var. Müsaade ederseniz kurum ve etkileşim ağının iç içeliği üzerinde biraz duralım.
Bir kurumdan söz ediyorsak, aynı zamanda bir etkileşim örüntüsünden söz ediyoruz demektir. Devlet, eğitim, hukuk, siyaset, ekonomi, bilim, sanat, din olmak üzere aklınıza hangi kurum geliyorsa, kurum ve etkileşim ağı iç içeliği söz konusudur. Sosyoloji dilinde mezo düzeydeki etkileşim ağına, örüntüsüne ‘organizasyon’ diyoruz. Aile için ise organizasyon teriminden ziyâde etkileşim ağı terimi tercih edilir. Mesela devletin hem kurumsal hem de organizasyon boyutu vardır. Diğer kurumlarda da aynı.
Sosyolojik dilde kurum, belirli ihtiyaçları karşılamak üzere insanlar arasındaki etkileşim örüntüsü içinde oluşan ve kuşaktan kuşağa aktarılan anlam kodları ve davranış normları demektir. Bu anlam kodları ve davranış normaları “olması gereken”i gösterir. Peki bu anlam kodları ve davranış normları nasıl realize oluyor? Gündelik hayat içinde nasıl can buluyor? Bu soru bizi etkileşim ağına götürür. Kurum sosyal etkileşim ağı ile var olur. Yani insanlar arası ilişkiler ile. İnsanların yapıp ettikleri ile kurum görünür hale geliyor. Kurumun vazettiği olması gerekenler,........
© dibace.net
