menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kaybolan Şehir’de Kaybolan İzler-I: Üç Şanlı Harp ve Külhanbeyliğe Övgü

8 19
06.11.2025

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicrân derindedir!”
Yahya Kemal

Yahya Kemal 18 yaşına kadar yaşadığı şehrini, orası bizden koptuktan sonra da bir daüssıla gibi içinde taşımaya devam eder. “Kaybolan Şehir”[1] başlıklı şiiri onun bu daüssılayı en yakıcı biçimde dile getirdiği lirik bir metindir.

Şiir, şehrin fethini hatırlayışla başlar. Bu şehri evlâd-ı fâtihâna, Yıldırım Bayezid Han armağan olarak bırakmıştır. Yıldırım Bayezid 1390 yılında Timurtaş Paşa, Evrenos Bey ve Paşa Yiğit Beyi Sırbistan’ın fethine gönderir. Osmanlı uç beylerinden Paşa Yiğit, birbiri ardına akınlar yaparak Üsküp’ü 6 Ocak 1392 tarihinde Osmanlı topraklarına katar. Paşa Yiğit Bey Anadolu’nun Saruhan bölgesinden getirdiği Türkmenleri Üsküp ve çevresine iskân eder.[2] Böylece Manisa ile Üsküp akraba şehirler haline gelir. Yeni yerleşenler ve bunlardan etkilenerek Müslüman olan yerli Katolikler şehri Türkleştirmeye başlar. Yeni yapılan hanlar, hamamlar, camiler, mescitler, yeni kurulan çarşı, şehrin görünüşünü ve havasını tamamen değiştirir. Artık bu şehre bakan, orada Türk Müslümanlığını görmeye başlar. Yahya Kemal’in şiirinin ikinci beyti de bu gerçeği söyler. Mavi gökyüzünün yansıması gibi duran firuze kubbeler, şehrin Türk mimari eserleri ile değişen çehresi ve buraya sinen Türk’ün âsûde mizacı, Balkan coğrafyasına yansıyan bizim ruhumuzdur artık. Üsküp de kendi gök kubbemize dahil olmuştur. Paşa Yiğit, İshak Bey, İsa Bey, Sultan II. Murat ve burada görev yapan diğer Osmanlı vüzerası Üsküp’ü firuze kubbelerle donatırlar. Hanlar, hamamlar, mescitler, camiler, tekkeler, zaviyeler, evler, konaklar, çarşılar, şehri hem görünüş hem de ruh bakımından Türkleştirir. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” yazısında öne çıkardığı “çocukluktan itibaren dinî atmosferi soluyarak Türk olmak” düşüncesi, büyük ölçüde onun Üsküp’te yaşadığı çocukluk ve gençlik yıllarının yansımasıdır.

Ecdadın böyle sihirli bir eli vardı ve dokunduğu her şeyi anında Türkleştiriyordu. Sessiz sedasız, bağırtıdan çağırtıdan uzak bir mahviyet, şehrin ve toplumun damarlarına bir özsu gibi yürüyerek, onları kendi gök kubbemizin altında toplamayı başarıyordu. Devlet-i Âliyye’nin şehirleri, birbirine benzer bu atmosferi ülkenin dört yanında filizlendiriyordu. Öyle ki bazen bu benzerlik coğrafyanın katılımı ile ortaya simetrik bir görünüm çıkarıyordu. Böylece Şar dağlarının eteğindeki Üsküp, insanlara sunduğu çehresiyle, Anadolu’da Uludağ’a yaslanmış Bursa’nın bir ikizi hâline geliveriyordu.

Üsküp, halihazırı ile geçmişini birlikte yaşayan bir şehirdir. Şehri donatan eserlerin sadece mimari ve kültürel değeri yoktur, onlar aynı zamanda şehrin tarihî hafızasını da barındırırlar. Yapılan her cami ve türbe, kabirlerle donanmış her hazire, toprağın altındakileri de hayata dahil eder. Bu bakımdan şehrin fethinde can veren şehitler, onların kanlarını temsil eden lale ve diğer çiçeklerde her bahar yeniden canlanırlar ve yaşamaya devam ederler. Üsküp’ün bahçe ve hazireleri, şehir fethedilirken dökülen temiz kanın lale bahçeleri ile doludur. Yahya Kemal’in anne tarafından soyu da Üsküp’ün fâtihi Paşa Yiğit Beye dayanır. Bu şehirdeki her hatıra, Yahya Kemal’i çocukluğundan itibaren, doğduğu İshakiye Mahallesi ve burada bulunan yadigarlar yoluyla fâtih cedlerine bağlar. Bu bağ Üsküp’ten ayrıldıktan sonra da asla kopmaz. Öyle metin bir bağdır.

Arş’a Asılı Silahlar

Üsküp ve bütün Rumeli, asırlar boyunca bu coğrafyayı kendilerine vatan yapan isimleri ve olayları asla unutmaz. Her kandilde, bayramda fâtih cedler hatırlanır. Semaya kalkan eller ve gönülden edilen dualarla yumuşayan gönüller, gözyaşları şeklinde evlâd-ı fâtihânın yanaklarını ıslatır. Bu toprakları kendilerine vatan yapanları her dem anarak, onlara minnet borçlarını ödemeye çalışırlar. Gözyaşı pınarlarının arasından fatih cedlerinin arşa asılan silahlarının parıltılarını görürler, bu parıltılarla gönüllerini arındırırlar.

Üsküp Türklerinin hafızasında yer eden üç şanlı harpten ikisi Murad isminde birleşerek yaşarlar. Bunlardan ilki Murad-ı Evvel’in kazandığı ve harp meydanında şehadet şerbetini içtiği I. Kosova Zaferi’dir. 1389 yılında kazanılan bu zafer, Türklüğün Balkanları yurt edinmesinin önemli bir adımıdır. Sırp Kralı Lazar kumandasında Sırp, Boşnak, Bulgar, Ulah, Arnavut, Leh ve Macarlardan oluşan 100 bin kişilik haçlı ittifakını, emrindeki 60 bin kişilik orduyla hezimete uğratan bu büyük hükümdar, 20 Haziran 1389‘da kazandığı parlak zaferin sonunda, savaş meydanını dolaşırken Miloş Kobiloviç isimli bir Sırp soylusu tarafından şehid edilir. Bu şehadet bütün kutsallığı ile Üsküp’te son asırlara kadar gıpta ile anılır. Yahya Kemal annesinin kendisine “Oğlum, dünyâda iki insanı sev… Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!” sözünü sürekli söylediğini belirttikten sonra, bir gün annesi ve misafir kadınlar evlerinde otururlarken annesinin kendisini öptükten sonra “inşallah şehit olur” dediğini ve ardından ağladığını söyler. Diğer kadınlar hayretle onun bu sözlerini dinler ve ona “aman ne söylüyorsun” diye karşılık verirler.[3]

Yahya Kemal bu anıyı naklettikten sonra annesinin bu tavrını, onun şehit annesi olmanın faziletini idrak etmiş olmasına bağlar. Bu hatıra, Murad-ı Hüdavendigâr’ın şehadetinin 1890’lı yıllarda Üsküp’te ne kadar canlı ve etkili yaşadığını da gösterir.

Üsküplünün hafızasında tek Murat’ta birleşen diğer Murat ise 17-20 Ekim 1448‘de Türk ordusu ile Macaristan kral naibi Hunyadi Janos’ un komutasındaki Hristiyan İttifakı arasında yapılan ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan savaşın başbuğu II. Murat Handır. Bu savaşta 50-70 bin mevcuda sahip Türk ordusu, 100 bine yaklaşan haçlı ordusunu hezimete uğratır. 59 yıl ara ile kazanılan bu zaferler Osmanlının beş yüz yıl sürecek Balkan hakimiyetini iyice sağlamlaştırırlar ve Rumeli Türklüğünün hatırından hiç çıkmazlar.[4]

Bu iki zaferin aynı adı taşıyan serdarları Rumeli’de bazen Murat bazen de Muradeyn (Muradin, Muradiye) şeklinde çocuklara ad olurlar. Onların şanlı hatıraları nesilden nesile böylece ulaşır. Yahya Kemal hatıralarında bu iki ismin Üsküp Türklerinin hafızasında nasıl birleştiğini şu cümlelerle anlatır:

“Bu Murad adında, Balkanların büyük fâtihlerinden, Birinci Murad’la İkinci Murad’ın hizmetleri ve hâtıraları birleşiyordu. Türkleri Balkanlara yerleştiren, Sırpları, umûmiyetle İslâvları mağlûb eden; Üsküp’de ulu câmîler yücelten Türk hükümdarları, Balkan Türklerinin hâfızasında tek bir Murad adiyle yaşıyordu. Hâsılı, annemin söylediği Murad, her iki Murad’dan birleşmiş bir semboldü. Annem, Türkleri Rumeli’ye onların yerleştirdiklerini bilirdi. Esâsen Birinci Kosova zaferi ile İkinci Kosova muzafferiyetini kazanan iki Sultan Murad, Üsküb’ün erkek ve kadınları tarafından tefrik edilmezdi. Şehrin orta yerindeki tepede bir câmii bulunan İkinci Murad’ı ora halkı dâimâ Murad Hudâvendigâr’la karıştırır, ikisini bir adam zannederdi.”[5]

Bayram sabahlarında silahları yaşlı gözlere parlayan üçüncü zafer ise Yahya Kemal’in deyişiyle Üçüncü Kosova’dır. Bazı tarihlerde Kaçanik Muharebesi diye geçen, bazılarında ise hiç yer almayan bu zafer[6], Yahya Kemal’in şiirine Kosova’da yapılan şanlı harplerin üçüncüsü olarak girer. 1683 II. Viyana kuşatması sonrasında yaşanan bozgun ortamını ve psikolojisini bir ölçüde durdurmayı, gösterdiği kahramanlıklarla başaran Kırım Hanı Selim Giray’ın[7] gösterdiği şecaat, Yahya Kemal’in müstakil bir şiirine konu olur.[8]

Birkaç değişik müsveddesi bulunan bu şiirin bir müsveddesinde “Sene 1100 (1689) felâketi” epigrafı vardır. Şiirin son hâli şöyledir:

En kahraman Kırım Hanı Selîm Giray
Bir cenk eriydi, at, pala, tuğ, kargı, ok ve yay
Bir baksalar başındaki zencirli tolgaya,
Benzerdi neş’eden her akın bir kasırgaya.
Lâkin “Üçüncü Kosva”da küffârı bastığı
Kalkan, kılıç ve tolgayı tâ Arş’a astığı,
Bir nakledilse öğrenilir dâsitan nedir?
Bir bozgun ortasında yiğitlik ne şan nedir?
Osmanlı sevgisiyle yetişmiş bu harb eri
Doldurdu Yıldırım Beyazıd’dan kalan yeri.[9]

Yahya Kemal iyi bir tarih okuyucusudur. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı tarihini dikkatle okumaya Paris yıllarında hocası Albert Sorel’in etkisiyle başlamıştır. Meaux Kolejinde bir sene Fransızca öğrendikten sonra, tekrar Paris’e döner. Orada Ulûm-ı Siyâsiye Mektebinin (Ecole libre des Sciences politigues) diplomasi bölümüne kaydolur. Burada Albert Sorel’in derslerini hayranlıkla dinler. Onun etkisiyle tarih ortasında Türklüğü aramak ve bulmak hevesine kapılır.[10] Yukarıda, bazı tarih kitaplarında hiç bahsedilmediğini belirttiğimiz (bunlar arasında İsmail Hami Danişmend’in........

© dibace.net