menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Müslüman Roma; Devlet-i Âliyye ve Senfonik Milletleşme

9 0
17.02.2025

Mevcut ulus devletler kalabilir, yenisi de kurulabilir ama bunlar geleceğin inşasında gerekli temel taşlarıdır. Geleceği inşa edecek olan, senfonik milletin tekrar ihya edeceği bir insanlık ümranı olarak büyük çatı yani Devlet-i Âliyye- Müslüman Roma hedefidir. Bu ümran’ın özü ve iç kalesi, Türkiye Cumhuriyetidir. Büyük çatısının coğrafyası Mezopotamya-Akdeniz havzasıdır ama sınırları yoktur. Bayrağı çoktur ama ortak bayrağı kırmızı ay yıldızlıdır. Dini Adalet, milleti İbrahim milleti, Kalpgâhı Anadolu, Başkenti Ankara, Payitahtı ise Darüsselam yani İstanbul’dur. Girişinde şu yazar: ‘Mazlumların koruyucusu, Devlet-i Âliyye’ye hoşgeldiniz.’

“Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz.”
Maksim Gorki

Cemal Süreya, Ziya Gökalp için, “geriye döndükçe toparlayıcı ama ileriye boş bakışlarla bakan düşünür” der. Türkiye, eski müesses düzenin dönüşümünü demokratik süreçle devam ettirirken memleketin birçok siyasi ve entelektüel figürünün bu zarif tanımdaki gibi, geleceğe dair hiçbir fikrinin ve tasavvurunun olmadığı görülüyor.

Eski düzen, geçmişin inkârı ve geleceğin belirsizliği üzerinden günü kurtarma telaşını ifade ediyordu. Ve bu geçmişten hala kurtulamayan zihinler yarını da konuşmayı bilmiyorlar. Oysa şimdi ‘Gün’ kurtarıldı, yani büyük çöküşün üzerinden yüz yıl geçti ve artık geleceğe bakma zamanıdır.

Sürecin Özü: Normalleşme

Kürt meselesinin çözümünü de içeren demokratikleşme süreci, aslında millet olarak yeniden geleceğe bakabilen bir özgüvenin tesisini sağlayacaktır. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir normalleşme sürecidir. Anormal olanın yani eski Türkiye’nin korkular ve imtiyazlar üzerine kurulu iç-dış siyasetinin değiştirilmesi ve milletin her anlamda güçlendirilmesini içeren eşitlikçi bir demokratik düzenin kurumsallaştırılması, sürecin nihai hedefi olmalıdır.

Değişim sürecinin tam ve kamil manada en az bir nesil sonra meyve vereceği unutulmadan, var olan dönemi en az hasarla, en az çatışmayla, en az gerilimle ve en önemlisi de en az hatayla atlatmaya çalışmak gerekiyor. Çünkü asıl büyük ve önemli işler bundan sonra yapılacaktır. Yaşanan süreç, zemin temizliği ve devletin millet tarafından temellükü tamamlanırken; milletin bütün unsurlarıyla daha fazla güçlendirilmesi, birikmiş enerjisinin heba edilmeden doğru kanallara akıtılması ve yaşadığı iyi-kötü deneyimlerin tecrübesiyle daha adil ve özgür bir düzenin kurucu iradesinin olgunlaştırılmasıyla tahkim edilecektir.

Ortadoğu’nun Sosyal ‘Enerjisi’

İslam dünyasının kadim topluluklarını etnik kavramlarla kategorize edersek, Türkler, Araplar ve İranlılar, emperyalist kuşatma altında düşük yoğunluklu bir var kalma çabası ile boğuşmaktadırlar. Kürtler, Arnavutlar, Filistinliler ve Peştunlar gibi ümmet içinde tarih sahnesine daha etkili çıkmak için çaba gösteren, genç, dinamik topluluklar ise yeni enerji kaynakları gibidir. Doğru ve bir üst çatıda organize olma koşulları oluşmadığı için bu enerjik halklar, şimdilik ilk buldukları dil, üslup ve örgütlenme tarzı olan Milliyetçiliğe sarılmış durumdadır. Çünkü bu halklar, Osmanlının yıkıntıları altında kalmamış, yani bu yıkımı bizzat değil, dolaylı olarak yaşamış bu nedenle de ümmet adına harekete geçirilebilecek bir topluluk enerjisini saklamış, ancak kendilerini 20. yüzyıl boyunca varoluşsal bir tehdit altında hissederek, fazladan var kalma çabasına yönelmiş halklardır. Bu açıdan, ümmet adına, batıyla büyük hesaplaşma davası yerine lokal ve yer yer de tüketici eylemlere yönelebilmekte, hatta var olma davalarını her şeylerinin önüne geçirebilmektedirler. Oysa tarihte hiçbir topluluk salt kendisi olarak, kendi kararıyla ve arzusuyla sahne almamıştır. Örneğin 20. yüzyıl boyunca var olan birçok halkın ve devletin kaderi, Stalin, Churcill ve Wilson’un iradesiyle şekillenmiştir.

Genelde İslam dünyasının özelde Mezopotamya-Akdeniz havzasının Osmanlı sonrası yaşadığı travmaya son vermek ve bütün kadim bölge halklarının yeniden ortak bir kader etrafında geleceğe yürümesini sağlamak için büyük bir çatıya ihtiyaç vardır. Bölgemizin geleceğini büyük güçlerin yeni strateji oyunlarına teslim etmemek için, bölgemizde bir büyük gücün inşası kaçınılmazdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin de, Arap dünyasının da, Kafkaslar ve Balkanların da, Afrika ve Orta Asya’nın da büyük ve tarihsel bir ortak irade etrafında toparlanması, geleceğimizin en önemli sigortasıdır. Ancak böyle bir irade, bütün halkların toplumsal enerjilerini bir üst projede birleştirerek, var olma davalarını engellemek bir yana teşvik edici bir siyasetle doğru yöne kanalize edebilir. Bunu yapacak olan irade, tarihte kendi var oluşuna dönüp bakmalıdır.

Tarihte Selçuklu devri olarak bilinen dönem, derin İslam aklının Abbasi eliti üzerinden keşfettiği Türk enerjisinin ümmet adına örgütlenmesini ifade eder. Türk kabilelerinin iç savaşlarıyla tarihe çıkma çabası, var olma ve fethetme dinamiği üretmiş, bu dinamik ise Arap aklının açtığı kanallar sayesinde büyük bir imparatorluğa temel olmuştur.

Türkler, bölgeye ilk geldiklerinde, göçebe kimlikleriyle birçok yerli ama yozlaşmış asil sınıflar tarafından barbar-kölemen olarak aşağılanmış, hem İran, hem Arap, hem de Bizans yönetici sınıfları tarafından bir bela olarak görülmüştür. Ancak Abbasi hilafeti, büyük bir sağduyu ve vizyonla Türkleri dışlamak ve aşağılamak yerine, onore ederek ve onlara kendi yetenekleri doğrultusunda onurlu bir yer açarak değerlendirme yolunu seçmiş, böylece Arap, İran, Türk ve Kürtlerin ortak iradesi olan Selçuklu sayesinde İslam dünyası büyük bir yok oluşun eşiğinden dönmüştür.

Aynı şekilde Osmanlı’nın kurucu unsuru Kayı Türk aşireti de; hem fetret döneminde Anadolu’daki kaotik ortamdan rahatsız olan ortalama Anadolu Müslüman ve Hıristiyan orta sınıfların, hem de 1204-1270 yılları arasındaki Latin istilasından sonra Katolik Latin kalıntılarının yozlaşmış varlığına esir olmuş Ortodoks Bizans’ın yerli soylularının birlikte açtığı kredi sayesinde hızla güçlenmiştir. Böylece Osmanlılar, bir yandan batı Anadolu’da Latinize olmuş Bizans’ın tekfurlarının zulmünden Ortodoks Rum halkını kurtaran asil savaşçılar, öte yandan İslam kılıcını diğer beylikler yerine gavura karşı sallayan Müslüman dinamik olarak sahneye çıkmıştır.

Osmanlıların bu hızlı yükselişi de, tıpkı Selçuklular gibi, kendilerinden önce var olan sosyal-siyasi bir aklın yol vermesi, bu enerjiyi pozitif bir kanala akıtacak koşulları oluşturması sayesinde mümkün olabilmiştir. Doğu Roma, Müslüman Roma olmuştur.

Sonradan Osmanlı denilen Müslüman/Türk Roma’nın (Devlet-i Âliyye) devlet eliti de Fatih-Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Arnavutlar ve Arapları, önemli misyonlarla devletin parçası, ortağı, sahibi olarak tarihte tutmuştur. Kırım Tatarları, Yunanlılar, Sırplar ve Bulgarlar’da Osmanlı sayesinde tarihlerinin en özgür ve gelişkin devirlerini yaşamışlardır.

Bu bağlamda yeni bir fetret dönemi sayılabilecek olan ve bu özelliği ile hala devam eden 20. yüzyılda, tıpkı 11.-15. ve 17. yüzyıllarda yapıldığı gibi, İslam ümmetinin ve Doğu Roma’nın hala diri kalmış enerjisini temsil eden topluluklar, kendilerini tarih sahnesine çıkmaya iten etnik ve ideolojik kimliklerine bakılmaksızın, uzun vadeli bir vizyonla değerlendirilmeli, bu enerjinin bütün Roma dünyası adına pozitif bir tarihsel rol üstlenmesinin yolları aranmalıdır.

Bu manada, Kürt olgusuna, dar görüşlülük ve tasfiyecilikle malul müesses düzenin perspektifi ve kuru bir kardeşlik retoriğinin ötesinde, tarihsel birikim ve bütünleştirici bir iradeyle bakan yaklaşım şarttır.

Sorunun Özü; Sahte Devletler

Bilindiği gibi, Doğu Roma-Bizans düzeni, Anadolu’da Ermeni ve Rum halkların, Balkanlar da ise Bulgar ve Sırpların dengesi üzerine kurulmuştu. Osmanlı, İstanbul’un fethinden sonra, bu dengeyi korumakla birlikte, paralel olarak Müslüman halklardan oluşan ek bir denge oluşturdu. Osmanlı; Anadolu’da Türkmen aşiretler ve Kürtleri, Ermeni ve Rumları dengeleyecek bir şekilde, Balkanlarda ise Karaman’dan iskan ettiği Türkler, Arnavutlar ve Boşnakları, Yunan, Bulgar ve Sırpları dengeleyecek bir şekilde yeni düzeninin jeokültürel sacayakları olarak konumlandırmıştı. Bu denge siyaseti, toplamda doğu’da İran’a, batıda vatikan-katolik dünyasına karşı bir iç tahkimat demekti.

Bizans, Anadolu’da Ermenilerle Rumların ayrışması ve çatışması nedeniyle hakimiyetini kaybetmişti. Osmanlı ise son dönemde Ermeni ve Rumları batılı güçlere kaptırmış, buna karşın Kürt ve Çerkez aşiretlerini özellikle doğuda Ermenilere karşı kullanarak Anadolu dengesini korumaya çalışmıştı. Batıda ise Yunan, Bulgar, Sırp ve Arnavutlar, milliyetçiliğin kara baharına kapılıp kendi devletlerine isyan ederek kendi devletleri sandıkları küçük kavim beyliklerine bölünmüşlerdi.

I. Dünya savaşı sonrası galip devletlerin bölgemizde kurdurduğu bütün bu sahte devletlere karşın, Türkiye, Anadolu’da kalan yeni demografi ve denge üzerine bina edildi.

Cumhuriyet, aslında Anadolu’da, yani elde kalan son vatan parçasında can havliyle Kürt-Türkmen demografisine yaslanmaktaydı. Fakat Avrupa icadı etnik kimlikler ve dar ulus perspektifi, yeniden milletleşme adına kadim millet geleneğini de tahrip etti ve halklarımıza milliyetçilik zehrini aşıladı. Sonuçta Eric Hobsbawm’ın “milliyetçilik, açıkça öyle........

© dibace.net