menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

‘Fırtına Çıktığında Uyuyabilirim’.

8 0
10.04.2025

Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı. Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp ‘çiftlik işlerinden anlar mısın?’ diye sormadan edemedi çiftlik sahibi. ‘Sayılır’ dedi adam, ‘fırtına çıktığında uyuyabilirim’. Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı. Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar: Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: ‘Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.’ Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: ‘Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya.’ Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu. Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: ‘Fırtına çıktığında uyuyabilirim’.

20. Yüzyılın Devleti ve Toplumu

Türkiye toplumu heterojen bir kültür yapısına sahiptir. Eski Mezopotamya/Anadolu uygarlıklarından Akdeniz kültürüne, Türk göçebe törelerinden Kürt ve Arap geleneklerine, Balkan ve Kafkas göçmenliğinden İslam ve Bizans (Rum-Ermeni) kültürüne kadar çok farklı ve çelişik geleneğin bir araya geldiği ve yüzyıllar boyunca birlikte bulunduğu bir kültür terkibidir bu. Osmanlının dağılması sonrası adeta bir iç kale hükmündeki Anadolu coğrafyasında toplanan onlarca etnik unsur, inanç biçimi ve mezhep vardır.

Yine Cumhuriyet döneminden bu yana Türk ve Kürt milliyetçiliği, Kemalizm, liberalizm, sosyalizm ve İslamcılık gibi birçok ideolojik/siyasal akım, toplumsal taraftar sahibi olabilmiştir. Gerek eski gerek yeni medeniyet ve ideoloji türlerinin, din ve mezheplerin, kavmi gelenek ve törelerin şu veya bu şekilde özerk olarak varlığını sürdürdüğü ama hepsinin birlikte karşılıklı ilişki ve etkileşim içerisinde bir bütün olduğu kompleks bir kültür yapısıdır bu. Baskın ve belirleyici olan (halihazırdaki durumu göz önüne alırsak) iki ana segmenter kültüre (doğucu ve batıcı, gelenekçi-yenilikçi) indirgenebilecek olan bu yapı, Türkiye toplumunun anlaşılması ve değiştirilmesinde anahtar bir role sahiptir. Zira ülkenin her bir yanında bir başka kültür ve geleneğin hakimiyeti bulunmaktadır ve tek tip, homojen ve standart bir insan ve toplum kavrayışı böyle bir toplumda açıklayıcı olamaz.

Toplumun bu genel kültürel haritasının yanında, büyük şehir ve taşrada ekonomik ve sosyal sebeplerle oluşmuş birçok alt kültür daha sayılabilir. Seçkin, küçük burjuva, gecekondu, kasabalı, köylü, işçi kültürleri gibi. Bu zengin kültürel terkip, ülkenin doğusunda tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildikçe Taşra modernleşmesi şeklinde tezahür etmekte, batısında neoliberalizm yerleştikçe daha farklı kültürel versiyonlar üretmektedir. Bütün bu farklı kültür öbeklerin, gelişen İslami toplumsal kesimlerle birlikte alacağı yeni şekiller, yeni ve ilginç kültürel kombinezonlara yol açabilecektir. Bu çeşitlilik, şüphesiz Doğu Roma’dan Osmanlıya, en az 2 bin yıllık bir tarihin getirdiği çokkültürlü yaşama alışkanlığının ürünüdür. Nitekim Avrupa, Rusya, Çin gibi devasa coğrafyalara bakıldığında farklı olana, yabancıya, göçmenlere yaklaşımın son derece sekter ve ürkütücü olduğu görülmektedir. ABD gibi göçmen bir ülkede dahi son tahlilde WASP denilen ‘batılı-beyaz-anglo-sakson-protestan’ kimliğine dayalı Aryan ırkçılığı hala derin bir şekilde egemendir. Bu anlamda çoğulcu sosyal karakter, ABD ve Avrupa’da bir tehlike ama bizde toplumsal bir derinlik ve zenginliktir. Çoğulcu toplumsal yapı, bir yanıyla millet olmayı farklılıkların terkibiyle sağlayan tarihsel geleneğimizin devamının garantisidir.

Öte yandan bunu yönetemeyen tek tipçi faşizan politikalar ve bu millet terkibini kavrayamayan etnikçi ulusçu unsurlar sayesinde, daima toplumsal unsurlar arası çatışma riski de bulunmaktadır. Heterojen bir toplumu homojenleştirerek üniterleştirebileceğini sanan hastalıklı unsurların beyinlerindeki Prosrüktes yatağına uymayanları kesip biçen terörü, en önemli güvenlik sorunudur. Homojenite sadece ortak aidiyet, hukuk ve ideallerde olabilir ve gereklidir de, ama sosyal zenginliği ifade eden farklı kültür, dil, kavmiyet, mezhep, inanç ve ideoloji de tek tipçilik faşizmdir ve bir ülkeyi yok edebilen en tehlikeli zehirdir.

Son yüzyılda Osmanlının dağılma dönemi travmasına takılıp kalmış bir devlet hafızasının, en azından 600 yıl boyunca sürekli büyüyerek, sürekli yeni kültürel-sosyal ögelerle tanışıp kaynaşarak senfonik bir ortak kültür ve kimlik yaratan Osmanlı tecrübesine dönüp bakmasında yarar var. Dirlik ve düzen, normal işleyişle sağlanamayınca bazan iskan politikalarıyla, bazan gerekli savaşlarla bazan da zecri asayiş tedbirleriyle sağlanır. Doğu Roma ve Osmanlı tarihi, farklı grup ve toplulukları sisteme entegre ederek normal düzenin işleyişine katabildiği oranda dirliği ve düzeni kurabilmiş, bunu yönetemediği her durumda kaos ve kargaşa ortaya çıkmıştır.

Anadolu ve civarında hakimiyet, vahşi bir atın üzerinde sürekli hareketle ve atın dinginleşmesini sağlayan akıllı ritimlerle sağlanır. Akıllı ritim, adalet terazisi ve kılıcı ile merhamet kalkanıdır. Devletin terazisi, kılıcı ve şefkatinin doğru kullanımı yani adalet ve hukuk, bunun dengede tutulmasını sağlar. Yönetenler dengeyi bozarsa, kaos ve anarşi doğar, sosyal bozulma artar. Her şey bir tehdide dönüşür. Bu koşullarda devlet artı güç kullanarak dengeyi sağlamaya çalışır ve çoğu durumda ölçüsüz güç, kaosu daha da derinleştirir.

Çoğunluğun Ev Sahipliği ve Ötekileştirme

Toplumsal farklılıkları adalet ve merhametle yönetebilmenin ilk şartı, her sosyal grup ve camiaya saygı duymak, tanımak ve değer vermektir. Devlet veya devletin bir kısmı, toplum veya toplumun bir kesimi, kendini evin sahibi sanarak öteki yaratır ve ötekine dışlayıcı, aşağılayıcı, küçümseyici davranırsa, öteki, gerçekten ötekileşir, yabancılaşır ve kendine başka bir sahip arar. Özellikle toplumsal azınlıklar, bu sahipliği yabancı güçlerde aramaya başlar. Bu durum aslında devleti ve toplumun tamamını zehirler ve aslında çoğunluğu da kendine yabancılaştıran bir süreç başlatır. Heterojen kültürel terkibi ve dengeyi bozan her politika, her davranış, her düşünme biçimi, sadece az olanı değil, belki daha fazla çok olanı bozar. Çünkü her çok, azdan olur.

Sağlıklı bir toplumda hiç kimse kendini yabancı ve öteki hissetmemelidir. Ve hiç kimse de kendini tek ev sahibi gibi konumlandıramamalıdır. Bu kural sosyal........

© dibace.net