Heidegger ve Arendt: Nasyonal Sosyalizmin Şafağında Bir Yasak Aşk
Platon, Theaitetos diyaloğunda Sokrates’in ağzından filozoflardan bahsederken onların büyük işlerle uğraşmaktan dünyevi meselelerle hiç ilgilenmediklerini anlatır. Sonra Thales örneğini verir. Thales gökyüzünde olup bitenleri incelemek için havaya bakarken bir kuyuya düşer. Ukala ve akıllı bir Trakyalı köle de yıldızları öğrenmek istiyor ama önündekileri göremiyor diye onunla alay eder. Metinde Sokrates bütün filozofların benzer durumlara düşebileceğini dile getirir. Çünkü onların yegâne gayeleri o sırada meşgul oldukları konudur. Dünyevi olaylar ise bu büyük konular yanında olsa olsa tali meselelerdir.
Bu diyalog hemen Baudelaire’in ünlü Albatros şiirini akla getirir. Baudelaire de şairler için benzer şeyler söylemiştir. Bu geniş kanatlı kuş uçarken ne kadar görkemliyse bir geminin güvertesine konup insanların arasında dolaştığında ise o kadar zavallı ve çaresizdir. Şairler asırlara meydan okuyan müthiş dizeler yazabilirler, ancak sıradan hayatın en basit yükümlülüklerini bile yerine getirmekten acizdirler.
Hannah Arendt, belki de hiç unutamadığı biricik aşkı Heidegger’i, Sokrates’in Thales’le ilgili olarak anlattığı öyküdeki dünyevi işlerle uğraşmayıp yıldızları seyrederken kuyuya düşen filozofa benzetir. Evet Heidegger dünyevi işlere bulaşmıştır, politikayla ilgilenmiştir, hatta belki de onu manipüle edebileceğine bile safça inanmıştır. Ancak sonunda gene kaçınılmaz biçimde o malum kuyuya düşmüştür.
Kafa karıştırıcı, döngüsel argümanların ve kendisinin yarattığı kavramların filozofu olan Heidegger’in Nazi rejimiyle kurduğu tartışmalı ilişki bugün bile anlaşılması zor bir denklem koyuyor ortaya. Kimilerine göre Heidegger Nazizm’in kötücül potansiyelini anlayamamış, akademinin siyasallaşmasının önüne geçmeye çalışmış, onu kontrol edebileceğini düşünmüştür. Kimilerine göreyse bizatihi gücün cazibesine kapılmış, her sıradan ve fani gibi kendisinden daha büyük bir oluşumun parçası olmaya çalışmıştır. Ancak ne olursa olsun, 20. yüzyıl Alman felsefesinin bu en büyük filozofu, Nazi rejimine verdiği destek nedeniyle ortaya çıkan suça kendisinin de ortak olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Heidegger’in belki de felsefe alanında yaptığı en önemli katkı, insanın dünya tarafından çerçevelenmiş olduğunu ortaya koymasıydı. İnsanın varoluşu ya da varlığı, dünya ile kurduğu ilişkiden hareketle değerlendirilmeliydi. Varlık ve Zaman adlı eserinin de merkezinde olan, bugün oldukça sıradan bulabileceğimiz bu yaklaşım dönemi için oldukça radikal ve aşırı bulunmuştu. İnsanın varoluşu, dünya içinde var olmayı ve başkalarıyla birlikte var olmayı içerdiğinden, dünyayı dünyanın dışından görebilmek mümkün değildi. Zaten dünyada olduğumuzdan ve dahası ona fırlatılmış olduğumuzdan, dünyayı objektif bir şekilde değerlendirme şansımız yoktu. Bu nesnelliğe ve bilimsel dünya görüşüne büyük bir meydan okumaydı aslında.
Heidegger, felsefenin en büyük sorularından olan hakikatten bahsettiğinde, kendi başına ayrı bir varlıktan bahsetmiyordu. Onun anlatmaya çalıştığı hakikat, insan sayesinde açığa çıkan hakikatti. Varlığın (Dasein) yaşamı hakikatti. Bir bina ne zaman sadece sıradan bir binadır ya da o bina ne zaman bir tapınağa dönüşür? Bayrağı kumaş parçasından ayıran nedir? İşte bunların hepsi varlığa içkindi…
Katolik bir ailede ve kırsal kesimde büyüyen Heidegger 1889 yılında Baden’de dünyaya gelir. Çocukluğundan itibaren dine ve felsefeye büyük ilgi duyar. Edmund Husserl’in öğrencisi olduğu dönemde fenomenolojiyi kendi felsefi görüşlerinin çıkış noktası yapar, ancak daha sonra hocasının görüşlerinden uzaklaşır. Akademi camiası içine de kolay girememiştir. Uzun müddet çeşitli üniversitelerden kadro beklemiştir, ancak basılı bir eseri olmadığından sözleşmeli çalışmaya devam etmiştir. 1927 yılında Varlık ve Zaman’ı yayımladıktan sonra Marburg Üniversitesi’nde kadroya geçmiştir. Her ne kadar kadrolu öğretim elemanı olması zaman alsa da verdiği derslerin ünü alanda bilinmektedir. Kalabalık sınıflar onu rahatsız ettiği için derslerini sabahın erken saatlerine koyduğu halde girdiği sınıflar dolup taşmaktadır. Karizmatik kişiliği ve felsefe tarihini yaratıcı bir biçimde yorumlamasıyla gözde öğretmenlerdendir.
Bu sırada 1924’ün başında henüz 18 yaşında Yahudi bir kız, Bultmann ve Heidegger’in öğrencisi olmak istediği için Marburg’a gelir. Königsberli bir burjuva Yahudi ailesinden olan ve 14 yaşından itibaren bir macera olarak gördüğü felsefeyle ilgilenen bu parlak öğrencinin adı Hannah Arendt’dir. Heidegger’in adını Berlin’de duymuştur, herkes Marburg’da düşünceyi yeniden canlandıran bir adamdan bahsetmektedir, dev bir öğretmenden…
Hannah Arendt; kısa saçları, moda kıyafetleri, gözlerinden yayılan o etkileyici gülüşü ve kıvrak zekasıyla kısa sürede herkesin ilgisini çeker. Elbette hocası da bu parlak ve öğrenmeye aç öğrencinin etki alanına girmekten kendini kurtaramayacaktır. Ya da 18 yaşındaki Hannah, herkesi büyüleyen 35 yaşındaki........
© Daktilo1984
visit website