menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yüzyıllık Yalnızlık: Büyülü Gerçeklik mi, Roman mı, Dizi mi?

23 8
17.01.2025

Evler şairi mi demeliyim? Ya da yakınlarda kaybettiğimiz, duyguları bir tür iğne deliğinden, ipince bir iğne deliğinden geçirerek sağaltmasıyla bildiğim Selim İleri’nin söylediği gibi “kırık inceliklerin şairi”[1] mi demeliyim? Behçet Necatigil’e yani. Belki biliyorsunuz, Behçet Necatigil’in ailesi onun odasının kapılarını açtılar, şurada. Yazdığı mektuplardan birinde, masasından dünyaya dökülenleri görüyorsunuz. Yazmanın dünyaya merhamet etmekle ilişkisini de tabii. Ama bana sorarsanız Necatigil’in anlattığı şeyler daha çok insanın kıyılarıyla ilgili. İnsanın kıyılarını, insanın iç denizine o kadar, onun kadar hasarsız sürükleyebilen bir başka şair var mı bilmiyorum. Sürüklemekle hasarsızlığın aynı anda mümkün olması, tahrip gücü yüksek bir sürükleme gücünü değil de hasar payını şiir kesileriyle kapatabilmeyi hatırlatıyor bana. Edebiyatın biraz da bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü şöyle diyor mektubunda Necatigil:

“Ne yapıyorum? Bazen istediğim, bazen içerlediğim şeyler. Ama hepsi güzel şeyler. Güzelliği: Unutturmasında. Yazmalara yatırmak vakti; hattâ isterse büyük bir hesabın dökümlerini, rakamlarını bir yerden başka yere geçirmek gibi, beni kalemlere mürekkeplere daktilo makinelerine bağlayan bu şeyler de olmasaydı ne ederdim? Evrenin büyük oyununda herkese roller dağıtılırken payıma harf aktarıcılık düştü. Dam aktarır gibi. Kimi taş kırıcı, kimi mektup dağıtıcı, kimi masal anlatıcı ise nasıl.”[2]

Yazmanın tıkır tıkır işleyen, kendi ritmini kendisi bulan bir şey olduğu kadar, rikkatle de ilgili olduğunu söylüyor Necatigil; dünyayı, birbirimizi ve şeyleri birbirine bağlamanın bir biçimi yani. İnsanın kıyılarını insanın iç denizine sürüklemeye kalkarsanız, bir taşkınla da karşılaşabileceğinizi bilerek tabii. Tüm bunları bana düşündüren şey, yazmakla kurduğumuz ilişki kadar yazının sonrasıyla kurduğumuz ilişki oldu.

Bu Calvino’nun da bana hatırlattığı bir şey. Italo Calvino, yazılmış dünyayla henüz hiç yazılmamış dünyayı birbirinden ayırıyordu. Yazılı dünyayı terk edip, genellikle adına dünya dediğimiz, o üç boyutlu ve beş duyudan oluşan bu evrende yerini aldığında, her seferinde bir doğum sancısı yaşadığını söylüyordu.[3] Çünkü o insanlığın bu kesimine aitti, uyanık saatlerinin büyük bir kısmını yatay çizgilerden oluşan bir dünyada geçirenlerin dünyasına. Peki yazılmış dünyayla yazılmamış dünya iç içe geçerse ne oluyordu? Beni buraya sürükleyen şey, öldüğünde kelimelerin bile yas tuttuğu[4] söylenen Gabriel Garcia Marquez’in vasiyetine rağmen diziye çekilen Yüzyıllık Yalnızlık oldu.[5] Çünkü bir romanın üzerinde yazarının ne kadar söz sahibi olduğundan tutun da, büyülü gerçekliğin büyüye mi yoksa gerçekliğe mi yakın olduğuna, onun bir edebi tür mü yoksa akademisyenlerin edebiyatın büyüsünü bozma çabası mı sayılacağına, bu dizinin ölmüş bir yazarın vasiyetine ihanet mi yoksa onun hatırası önünde saygıyla eğilmek mi olduğuna dair bir dizi tartışma peşi sıra geldi.

İşin magazin boyutunu arkasında bırakarak doğru soruları soran ama yine de yazısının başlığını “Yüzyıllık İhanet” koyan Ospina Celis şöyle diyor:

“Peki, ölmüş akrabalarımızın vasiyetine ihanet etmeli miyiz? Garcia Marquez'in çocukları Netflix'e haklarını satmak ve yayımlanmasını istemediği üzerinde çalıştığı son roman "Ağustos'ta Görüşürüz"ü yayınlamakla doğru mu yaptılar, yanlış mı? Bu sorulara odaklanmanın etkisiz olduğuna inanıyorum, önemsiz oldukları için değil, dışarıdan bir bakış açısıyla temelde cevaplanamaz oldukları için.”[6]

Tüm bunları arkada bıraktığımda, benim aklıma takılan hınzır soru biraz huysuzca da olsa başka bir şey. Yüzyıllık Yalnızlık dizi olarak yayımlandıktan sonra neredeyse Marquez’den bile daha güzel bir Macondo yaratıldığını, dizinin romandan daha başarılı olduğunu yazan romanın okurlarına, asık suratla bir kaş çatma isteği diyelim. Çünkü bununla bir edebi eserin dizisinin ya da filminin ne kadar güzel olduğunu düşünürsek düşünelim, edebi anlatının gücünün hep bir adım önde olduğuna dair sarsılmaz inancıma dokunuluyordu. Ama peki bu gerçekten de böyle miydi? Yönetmen Marquez’den daha iyi bir Macondo mu kurmuştu? Romanı geçen bir görsellikle mi karşı karşıyaydık? Bir romanla onun uyarlaması arasındaki gerilimli ilişki, bir yarış mıydı?

Dizi, Buendia ailesinin 100 yıllık hikayesini anlatıyor tabii ama romanın içindeki duygu durumlarını, karmaşaları sinematografinin büyüsü arkasına gizliyor. O kadar coşkulu ve kelimelerle dünya yaratabilen bir romanı, görsellerle aktardığınızda bu ister istemez elbette büyülü oluyor. Ama roman geçmişten başlayan bir bakışla geleceğe doğru giderken, yani şimdiki zamanı geleceği de içine alarak verebilen ilahi bir bakışa sahipken, dizi romanın en sonundan bildiğimiz bir sahneyle açılarak başlangıçta bu büyüyü bozuyor. Bu muhtemelen anlatının kıvrımlı imkanlarının, ekranda düz bir olay örgüsüne yerleştirilememesiyle ilgili. Ama öte yandan karakterler silikleşiyor, Jose Arcadio’nun delişmenliğini, o simyalarla uğraşırken Ursula’nın ona duyduğu öfkeyi göremiyorsunuz. Romanda sayfalar boyunca anlatılan bazı ayrıntıların kaybolması, bu karakterlerin büyüyüp serpilmelerini nasıl etkilediğini boşluğa düşürüyor haliyle. Çünkü bu roman, sadece bir ailenin hikayesinden fazlasını anlatıyor. Siz romanda Kolombiya’nın dünyayla bağlandığı yerleri, Latin Amerika’nın izolasyonunu, politikanın kurulma biçimini okuyorsunuz da, dizide bu es geçilen bir ayrıntı oluyor. Çünkü dizinin seti, romanın dünyasının yeryüzündeki onlarca noktasından sadece birine düşüyor.

Roman size kötülükle geçmiş bir ömrün kefaretini, dünyaya son bir iyilik bırakmakla ödeyip ödeyemeyeceğinizi soruyor, sizi kendinizle böyle çarpıştırıyor. Dizide ise edebiyatın insanın derisini soyabilen, onu çıplak bırakabilen gücü kayboluyor, haliyle. Roman boyunca muhafazakarla liberallerin kurduğu dünya düzeninden, Aureliano’nun idamını “Seni ben öldürmüyorum, seni devrim öldürüyor.” diye açıklayan generalden, yerlilerin bir toprağın sahibi oluşundan yani başka bir dünyanın izlerinden gidebiliyorsunuz. Dizide bunlar, bir olay örgüsünün heyecan unsurundan başka siyasal anlama bürünmüyor. Örneğin, romandaki muz hevenklerinin sebebi kasabanın yerel geçim kaynaklarından biri olması. Üstelik gerçekten de romandaki gibi zamanın çokuluslu United Fruit Şirketi[7] grevdeki muz işçilerini bastırmak için ordudan yardım istemiş ve 1928’de Ciénaga kasabasında katliam yapmış. Bu bir roman ayrıntısı değil, romancının dünyayı gördüğü yerle ilgili bir şey. Yazarın dünyayı izlemek için durduğu zeminin, endüstriyel bir dizinin içinde eriyip gittiğini görüyorsunuz tabii. Romanın ayak izleriyle romancının parmak izleri, dizinin dijital izlerinin cazibesi içinde görünmez oluyor.

Peki bununla sınırlı mı? Tüm parmak izlerini takip edebilseydi, diziyi yine de romanla yarıştırabilir miydik? Öncelikle Marquez’in "Yüzyıllık Yalnızlık"ın sinemaya uyarlanmasını istememesinin öyle çok radikal bir ret olduğunu düşünmediğimi belirtmeliyim. Marquez 1991’de bir röportajda kendisine sorulan soru üzerine bunu yanıtlıyor. Ona göre, filmlerden farklı olarak romanlar okuyucuya bir hayal gücü sunuyorlar. Ursula’yı, Jose Arcadio Buendia’yı, Aureliano’yu istediği gibi hayal etmelerini sağlayan bir yaratım gücü veriyorlar. “Okurlar” diyor Marquez, “Romanı hayal güçlerinde yeniden kurgular ve kendileri için bir roman yaratırlar. İşte bunu sinemada yapamazsınız.” Hatta bu röportajdan 10 yıl önce bir başka şey daha yazıyor: “Çok kötü romanlardan uyarlanan pek çok harika film gördüm, ama harika bir romandan uyarlanan harika bir film hiç görmedim". Milyon........

© Birikim