Kiraz Ağacı: Bir Çatı Yıkıldığında Bir Oyuk
"Edebiyat her şeyden önce sesi olmayana ses verdiğinde, adı olmayana ad verdiğinde ve özellikle de politik dilin dışladığı her şeye ad verdiğinde politika için gereklidir... Edebiyat, politikadan daha fazlasını duyabilen bir kulak gibi; politikanın duyarlı olduğu kromatik ölçeğin ötesini algılayabilen bir göz gibidir."
Italo Calvino’nun edebiyatın kullanımlarıyla ilgili leziz bir kitabı vardır, bu pasaj o kitaptan. Calvino, edebiyatın, kendi yarattığı boşluklardan korkmayan, aksine o boşluklara isim verebilme cesaretine sahip oluşundan bahsediyor bana sorarsınız. Bunu Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz’inde de görüyorduk, o hikâyenin katlanıp kıvrıldığı yer Tehanu’nun anlatısı olmuştu, yazının faili olabilmenin ne anlama geldiğini soruyordu Le Guin. Ama buradan bakınca Calvino’nun edebiyata atfettiği o “ötesini algılayabilen göz” olma halinin menzili biraz daha uzağı görebiliyor. Calvino daha çok failin yani adı olmayanın, politikanın dışına düşenin, sesi ihmal edilenin edebiyattaki yankılarını önümüze getiriyor. Adı olmayana ad vermek tesadüfi bir şey değildir bilirsiniz, o büyülü bir hünerdir. Tehanu da böyle söylüyordu: “Çünkü büyü denen şey bundan oluşuyordu, yani bir şeyi gerçek ismiyle adlandırmaktan.”
Uzun bir süredir Calvino’nun edebiyata bu “kromatik ölçeğin ötesini algılayabilen göz” demiş olmasıyla neyi gösterme çalıştığını düşünüyordum. Yolumu bulabilmek için kromatik ölçeğin iki türlü anlamını da hesaba katmam gerekti. İlki, bir müzik skalasının bütün akorları hesaba katan ölçeği; diğeriyse renklerin, renk fenomenleri ve duygularını da hesaba katan tüm tonları. Calvino’nun edebiyattan, politikanın fazlasını duyabilen bir kulak, ölçülebilir tüm renk ve notaların dışındakini görebilen biz göz olarak bahsetmesi tesadüfi değil. Çünkü ona göre yazmak artık anlatmaktan değil, anlattığını söylemekten ibaret ve kişinin söylediği şey, söyleme eylemiyle özdeşleşiyor. Kitap boyunca Calvino’nun bizi geri getirmeye çalıştığı yer ise buradan daha farklı. O, yeni bir varoluş keşfedebilmemiz için edebiyatın bu gücüne geri dönmemiz, yani bu ikircilikli sesine kulak vermemiz, edebiyatı siyasetin görünmezlik ve sessizlik perdesinin arkasına attığı öznelerle beraber konuşabilmemiz gerektiğini söylüyor. Bir tür hikâye anlatıcılığına iade-i itibar diyelim. Çünkü Hivda’nın dediği gibi “Hangisine inanıyorsan o oluyorsun. Ben hikayelere inanıyorum en çok.”[1]
Bütün bunları yani edebiyatın, siyasetin sessizlik perdesi arkasına yerleştirdiği insanlar için nasıl bir adlandırma imkânı olabileceğini bana düşündüren şey, Hivda yani aslında Gökçer Tahincioğlu’nun Kiraz Ağacı romanı oldu. Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyasetin sessiz kahramanlarını yani politikanın gerçek öznelerini hukuki özne olarak kabul edip etmeme tartışması yaptığı ve cezaevlerindeki direnişlerinden sonra wernicke-korsakoff hastalığına yakalanmış insanlar için verdiği kararlarıyla düşündüğümüzde, bu roman kahramanlarının kendi gerçekliklerinden taşıp nasıl da yaşadığımız dünyanın bir yüzeyine yerleştiklerini görüyorduk.
Hikâye, dağıldığı yerden toplanabilen, yaralandığı yerden yaşamını yeniden inşa edebilen yani yarıklardan yaşam tohumu çıkarabilen bir şey. Zaten edebiyatın hikayelerdeki gücü de bununla ilgili; yani Calvino’ya dönersek hikâye anlatıcısı mı yoksa nakledici mi olduğunuz arasındaki o incecik ayrım meselesi. Singapurlu bir sanatçı, Yong Jie, siyasetin soyutlaştırdığı kişileri, edebiyatın bize birer kahraman olarak iade ettiğini söylüyor. İnsan dünyanın kendisine yansıyan, sadece kendi penceresinden izlenebilen kısmını görmeye ne kadar teşneyse, edebiyatın bunu dönüştürebilme gücü de o kadar kuvvetli. Çünkü insan sadece kendine gömüldüğünde, tek boyutlu varlığına hapsolduğunda ve kendi dışına çıktığında gördüğü tek şey siyasetin iki kutuplu dünyası olduğunda, hikayelerin cezbesini, dünyanın dolup taştığı yerleri, kendisi dışındakine dikkat kesilebilmenin yarattığı toplumsal ve kamusal oluşunu yitiriyor.
Türkiye’nin şaşırmayı bir duygu olarak yürürlükten kaldıran son siyasal gündemi, anayasa değişikliği tartışmaları, yeniden barış süreci çağrılarını sadece iki kutuplu siyasetin dilinden dinlersek nasıl kaybolacağımızı da hatırlatıyor roman. Türkiye’nin hala hesaplaşmadığı bir siyasal sürece götürüyor bizi. 1996’da cezaevlerinin hücre tipi hale getirilmesi ve hapishane koşullarının tecrite dönüşmesi nedeniyle ölüm oruçlarıyla başlayan ve 2000’li yıllarda da devam eden bu grevlerden sonra wernicke korsakoff sendromuna[2] yakalanıp bilişsel kapasiteleri ve hafızaları zayıflayan, hatta bazen geri dönüşsüz şekilde kaybolan devrimcilerin siyasal ve toplumsal dünyasına. Bunu öyle bir yerden yapıyor ki unutmak ve hatırlamak kelimeleri birbirinin yerine geçiyor; çünkü burada hafıza yer değiştiren gölge[3] misali insanın siyasal varoluşunun da bir parçası haline geliyor. Sadece olanı biteni, deneyimin yükünü içinde taşıdığımız bir içsel bellek değil, bizim dışımızdaki dünyanın yapıp ettiklerini de beraberimizde getirdiğimiz bir harici bellek. Hivda’ya her baktığınızda bunu hatırlıyorsunuz. Çünkü herkesin hafızası dolarken, onun unutma alanı doluyor.
Hafızanın, sadece ne olup bittiğini kaydeden bir günlük olmadığını anlıyorsunuz bu hikâyeden. Çünkü hafıza, hepsi birbirine benzerlikten........
© Birikim
visit website