“Ya Geri Dönerse ve Biz Burada Olmazsak: Hâlâ Buradayım”
Bu cümle, 1971’in Ocak ayında evinden alındıktan sonra bir daha izine rastlanmayan, gözaltında olduğu dahi kanıtlanamayan ve ailesine bir gazete küpürüyle yurtdışına kaçtığı haberi verilen Brezilyalı sol politikacı Rubens Pavia’nın hikayesinin anlatıldığı ve 2025 yılında “En İyi Yabancı Film” Oscar’ı da dahil olmak üzere türlü çeşitli ödüller de alan “Hala Buradayım” filminden.[2] Başlıktaki bu cümleyi, filmde anlatılan Pavia’nın kızı söylüyor: “Ya geri döndüğünde bizi bulamazsa?”
Film, 1970’lerle açılan, zorla kaybetmeye karşı bir insan hakları mücadelesinin verildiği 1990’larla devam eden ve 2010’lu yıllarla son bulan üç dönemle anlatıyor. Yönetmen Walter Salles, film boyunca sadece gözaltında kayıp hikayesinin trajedisine sığınmadan, bir ailenin hikayesini bir toplumun içine yerleştiriyor. Bunu bir köpeğin öyküsü, bir sokağın canlılığı, davetkar bir denizin varlığı ve capcanlı yaşayan bir evin hikayesi olarak anlatıyor. Bunun sebebi, çektiği filmin sadece yönetmeni değil, ayrıca bir tanığı olması. Çünkü Salles, Rubens Pavia’nın kızıyla çocukluğundan beri çok yakın arkadaş.[3] Bir trajedinin uğrayabileceği son ev olarak gördüğü o evi yakından biliyor, o evde çalan Brezilya müziklerini, edebiyat ve siyaset tartışmalarını, herkesin birbirini dinlediği ve diğer evlerde görmediği fiziksel bir şefkati birbirine gösterdiği o evi yakından tanıyor.[4] Merak ettiğiniz ve anlattığınız hikayelerin sadece izleyicisi ve nakledicisi değil, ayrıca bir parçası olduğunuzda, o hikayelere dokunuşunuzun ve oradaki izlerinizin nasıl derinleşebileceğini de anlıyorsunuz böylece.
Rubens Pavia, 1964’teki darbeden sonra Kongre’deki görevinden alınıyor, mühendislik yapmaya devam etse de arka planda siyasi faaliyetlerini sürdürüyor. Ta ki Ocak 1971’de hiçbir kayıt ve bildirim olmadan gözaltına alınana kadar. Takım elbisesiyle, sonunun nereye gideceğini tahmin ettiği ama ailesine yansıtmamaya çalıştığı o sabah evden götürülürken kızına “Sufle için döneceğim.” diyor. Daha sonra kızı ve Brezilya’daki yerli hakların toprak mücadelesi için hala çalışmalarını okuduğumuz eşi Eunice Paiva da gözaltına alınıyor. Kızı, kısa bir süre sonra; eşi ise işkenceden geçtikten sonra serbest bırakılıyor. Rubens’in yurtdışına kaçtığı gazetelere yansısa da Eunice buna hiçbir zaman inanmıyor, cezaevinden bir tanık aracılığıyla orada olduğu ve öldürüldüğü öğreniliyor. Devlet, hiçbir zaman kabul etmiyor, hiçbir fail yargılanmıyor, gözaltında olduğuna dair tek bir bilgi bulunamıyor.
Türkiye’den de biliyoruz, toplumsal bellek mücadelesi, en yakınının ölüm belgesine ve kemiğine dahi olsun ulaşabilmenin mücadelesidir. Büyük umutların, yakınını sağ salim görebilmenin, umutlu yarınların değil de onun öldüğünü kanıtlayabilmenin mücadelesi. Cumartesi Anneleri de bunu yapmıyorlar mı? Eunice Pavia, asla pes etmeden bir insan hakları mücadelesi yürütüyor, önce hukuk okuyor, daha sonra insan hakları hareketi ve kendi uzmanlık alanı olan toprak mülkiyeti haklarıyla ilgileniyor. Bunu biraz da yas tutma hakkına sahip olabilmek için yapıyor, yasın tutulabilir bir şey olup olmadığını bilmeden üstelik. Çünkü yasını tutabilmeniz için, önce birini kaybettiğinizi görmeniz gerekiyor, onun kaybedildiğini. Burada yas, tutulup orada bırakılan bir şey olmaktan çıkıyor, ancak toplumsal olarak tüm kayıplarla beraber taşıyabildiğiniz, tutmaktan ziyade bulmaya çalıştığınız bir şey oluyor.
Tüm bunlar olurken eşinin mücadelesini büyük bir resme yerleştirmeye çalışıyor Eunice. Üstelik onu trajik bir aile fotoğrafına hapsetmeye çalışan medya ilgisine de prim vermeden yapıyor bunu. Gazeteciler fotoğraflarını çekerken “Daha az mutlu pozlar verin.” diye aileyi uyardıkça, Eunice çocuklarını daha çok güldürüyor. Çünkü gözaltında kayıpların hikayesi, trajik değil politik. Şöyle söylüyor Eunice: “Anlamıyorum, sözde işleyen bir adalet sistemine sahip bir ülkede nasıl biri evinize gelip eşinizi, bir aile babasını, bir mühendisi, eski bir siyasetçiyi alıp hapse atar ve sonra da sadece ‘bu oldu’ diyebilir. Devletin kendi ajanları tarafından işlenen kanunsuz eylemleri örtbas etmek için yasaklanmış haberlerden oluşan bu düzen kabul edilemez.”
Eunice, bütün bu siyasal mücadele sonucunda Rubens’in ölüm belgesini devletten bir şekilde ediniyor. Bir yas duygusuyla değil üstelik, artık yas tutmaya hak kazanan bir sevinçle. Ölüm belgesine ulaşıldığı gün, Rubens’in oğlu, ayrıca filmin senaryosunun dayandığı otobiyografik anlatının yazarı, kız kardeşine bir soru soruyor: “Babamı ne zaman gömdün?”
Gözaltında kayıpların neden bireysel ve adli ölümler değil, bir kolektif hafıza meselesi olduğunu bundan daha iyi hatırlatabilecek bir soru var mı, bilmiyorum. Çünkü söz konusu zorla kaybedilmeler olduğunda, gözaltında kaybedilen kişinin sadece tek bir ölüm anı olmuyor. Onu hafızasında yaşatan herkes için başka başka anlar bir gömülme anı oluyor. Oğlu için birlikte yaşadıkları evi boşalttıkları gün, kızı için artık geri gelmeyeceğini anladığı gün, eşi için kıyafetlerini başkalarına vermeye başladığı gün…
Yönetmen filmi anlatırken şunu söylüyor: “Pencereleri sürekli açık olan ve güneşin içeri girdiği oturma odasını bugün bile görebiliyorum. Kapı çoğunlukla açık ve içinde anahtar yok."
Ancak bu anahtar, yönetmen Salles’in dahi tahmin edemediği bir başka kapıyı daha açtı. Brezilya Yüksek Mahkemesi, ölüm belgesinin bulunmasından beri af kanunundan dolayı hiçbir inceleme yapmadığı dosyaya dair 1979’da çıkarılan Af Kanunu’nun, gözaltında kayıplar ve insanlığa karşı suçlar için geçerli olup olmadığını incelemeye alacağını söyledi.[5] Ayrıca Rubens Paiva ile diğer iki diktatörlük mağdurunun gözaltında kayıp davasını soruşturmaya karar verdiğini duyurdu. Dava tarihi belli olmasa da Mahkeme, oy birliğiyle davanın kamusal yankısını kabul ettiğini........
© Birikim
