Kentte Flanör gibi Yürümek: İstanbul’da Kaybolmak, Ankara’da Düşünmek, İzmir’de Soluklanmak
Bir kenti anlamak, ona karışarak, sokaklarında kaybolarak mümkündür. Şehirlerin ruhu, plazaların lobilerinde, AVM’lerin koridorlarında ya da güvenlikli sitelerin otoparklarında değil; sokaklarında yankılanan seslerde, kaldırımlara sinmiş ayak izlerinde, havaya karışan kokularda saklıdır. Zaman, mekânda kendini en çok duyusal bellek yoluyla kentte hissettirir; geçmiş deneyimlerin gündelik yaşamın kültürel ritmine işlenmesi, bireyin hafızasında kolektif bir topluluk kimliği ve aidiyet duygusu oluşturur. Oysa modern kentler, insanı yürüyüşten uzaklaştırarak bu duyusal hafızayı yok etmiş; geniş yollar ve hızın kutsandığı kent tasarımları, şehri çabuk tüketilen bir fon haline getirmiştir.
Kentler, yürüdükçe açılır. Kültürel çeşitlilik, sokakların ve meydanların ritmini belirleyen en güçlü unsurdur, bu ritmi duymak için aceleyle geçip gitmek yetmez; durup bakmak, dinlemek, hissetmek gerekir. Baudelaire’in flanörü gibi bir şehri hissetmek, Yusuf Atılgan’nin Aylak Adam'ı misali sokaklarında süzülerek dolaşmayı, rastlantıların peşine takılmayı, mekânın sunduğu küçük sürprizlere açık olmayı gerektirir. Şehir, görmekten çok, keşfetmek için yürüyenlere kendini açar. Bir pasajın loş ışığında, faşizme başkaldıran duvar yazısında, meyhanede yankılanan eski bir şarkıda, köşe başlarında rastlanan yabancı bakışlarında kentin hafızası saklıdır. Fakat hızla geçen bir araçtan izlendiğinde, tüm bunlar silikleşir, derinlik kaybolur. Çünkü bir şehir, onu adımlayanlara anlatır hikâyesini; sokaklarında durup soluklanan, ritmine karışan, ayak izlerini bırakanlara…
İstanbul’da Yürümek
İstanbul’u gerçekten anlamak için önce tarihi yarımadanın sokaklarında dolaşmak, surların gölgesinde durup geçmişin izlerini hissetmek gerekir. Ancak şehrin çok kültürlü dokusunu ve zamana direnen mahalle ruhunu görmek için adımlarınızı Balat’a yöneltmelisiniz. Her ne kadar son dönemlerde soylulaştırma tehlikesiyle karşı karşıya olsa da, buranın arnavut kaldırımlı dar sokaklarında yürüdüğünüzde insan için tasarlanmış bir dünyanın içinde olduğunuzu hissedersiniz; renkli evleri, birbirine yaslanan dükkânları, taş basamaklara düşen gölgeleriyle Balat yalnızca bir semt olmanın ötesinde, yaşayan bir hikâyedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, şehirlerin binalardan ibaret olmadığını, hafızalarıyla var olduklarını söyler. Belki de bu yüzden Balat’ın dar sokaklarında yankılanan adımlar, geçmişi bugüne taşır. 15. yüzyılda İspanya’dan sürgün edilen Sefarad Yahudilerinin yerleştiği bu mahallede, sinagoglar, kiliseler ve camiler yan yana yükselirken, sokak isimlerinde, eski demir korkuluklarda ve zamanın yıprattığı ahşap kapılarda çok kültürlü bir geçmişin izleri sürülür. Yahya Kemal’in İstanbul’a dair her satırında hissedilen o tarihsel derinlik burada da vardır; Balat’ta yürümek, bir mekânda ilerlemekten öte, zamana dokunmaktır. Her köşe başında bir göz, her pencere pervazında eski bir hatıra saklıdır.
Jane Jacobs’un sokağı yaşayan bir organizmaya benzetmesi boşuna değildir; Art Nouveau ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçtiği bina cepheleri gün ışığında detaylarını ortaya çıkarırken, işlemeli cumbalar, ferforje korkuluklar ve zamana direnen ahşap kapılar Balat’ın katmanlı tarihini yansıtır. Geçmişte Yahudi, Rum ve Ermeni ustaların inşa ettiği yapılar, dar sokaklarla birbirine bağlanan avlular ve geçitlerle mahalle dokusunu şekillendirirken, pencere önlerinde beliriveren siluetler, yapının yalnızca bir taş ve ahşap yığını olmadığını, kent belleğinin yaşayan bir parçası olduğunu hatırlatır. Orhan Veli’nin şiirlerinde dolaşan o eski İstanbul, belki de burada hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Fakat birkaç kilometre öteye, Levent’in dev gökdelenlerinin altına vardığınızda, bu hissin tamamen kaybolduğunu fark edersiniz. Attilâ İlhan, büyük şehirlerin insanı yalnızlaştıran gri duvarlarından bahsederken, belki de böylesi bir dönüşümü kastediyordu. Tarihin aktığı sokakların ve avluların yerini, toprağı boğan asfalt ve insan hareketini arka plana atan beton boşluklar alır. Cam ve çelik kulelerin devasa gölgeleri, gün ışığını yere ulaşmadan keserken, tekdüze bina cepheleri mekân algısını silikleştirerek insanın kendini şehre ait hissetmesini zorlaştırır. Levent’in mekânsal tasarımı meraklı yürüyüşçüyü bir mobil azınlık olarak konumlandırır; üst geçitler, köprüler ve geniş araç yolları, kentlinin kentle kurduğu organik bağı koparır. Sokak insan için artık bir etkileşim, duyumsama ve deneyim alanı olmaktan çok, akış ritmini otomobillerin belirlediği ve varılacak noktaya hızla ulaşılması gereken bir geçiş koridorudur.
Ve sonra adımlar İstiklal Caddesi’ne ulaşır. Tiyatroların, sahafların, sinemaların ve sanat galerilerinin arasından süzülen bu cadde, artık kalabalıkların içinde kaybolan silik bir yürüyüş parkuruna dönüşmüştür. Eskiden Orhan Pamuk’un satırlarında yankılanan Beyoğlu, Elhamra Pasajı’nın sütunlu girişinden geçerek sinema salonlarının büyülü atmosferine karışırdı. Şimdiyse tiyatroların perdeleri inmiş, sahaf raflarını parlak "bestseller"lar doldurmuş, pasajlar hızla dönüşerek geçmişin izlerini silmiştir. Cemal Süreya, Haldun Taner ve Abidin Dino’nun uğrak noktası Rejans Lokantası yalnızca turistik bir dekor; Tepebaşı’nda Ahmet Mithat Efendi’nin sohbet ettiği mekânlar ise otel lobilerine evrilmiş durumda.
İstiklal’de yürüyüş sürdükçe Narmanlı Han belirir. Vaktiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çalıştığı odalar, taş duvarların ardında hayat bulurken, şimdi sessiz bir tanık gibi geçmişi fısıldar. Beyoğlu’nda yürümek, sadece bir cadde boyunca ilerlemekten çok, şehrin belleğinden silinenleri fark etmektir. Edebiyatçılarla dolup taşan lokantalar, şairlerin dizelerini paylaştığı kahvehaneler, oyuncuların perde açtığı sahneler birer birer kaybolmuştur. Edip Cansever’in meyhane sofralarını anlattığı masalarda artık ruhu zorla çekilmiş bir kalabalık oturmaktadır. Refik Halit Karay, Sait Faik ve Orhan Veli’nin adımladığı sokaklar ise, hafızasını yitirmiş bir geçiş koridoruna çoktan dönüşmüştür. Markiz Pastanesi’nin vitrinlerinde yalnızca çikolatalar değil, dostlukların sıcaklığı sergilenirdi; şimdi ise bu vitrinleri zincir mağazaların tabelaları kaplamış. Beyoğlu yokuşlarından aşağı inerken Cahide Sonku’nun, Ayhan Işık’ın gölgelerinin düştüğü sinema salonlarının yerinde neon ışıklı kebapçılar yükseliyor. Oysa burada yürümek, İstanbul’un geçmişle arasına koyduğu mesafeyi adım adım hissetmek demektir; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Cahit Sıtkı’nın tartıştığı kahvehanelerde artık şehre kayıtsız, aceleyle geçen bir kalabalık var.
Yine de kaldırımlarda gizli bir ritim duyulur İstiklal’de. Galata’ya doğru sıralanan binalar, Osmanlı’nın batılılaşma sürecinin sessiz şahitleridir. Art Nouveau, Neoklasik ve Barok üsluplar iç içe geçer; bazen bir pasajın gölgeli girişinde, bazen yüksek tavanlı bir apartmanın cumbalarında gizlenir bu zarafet. Botter Apartmanı’nın kıvrımlı hatları, çiçek motifli tasarımı ve ferforjeleri, buranın Sultan II. Abdülhamid’in terzisi Jean Botter’in atölyesi olduğunu duyurur. Bir başka köşede Mısır Apartmanı, Art Nouveau’nun gizemli diliyle eski zaman hikâyelerini anlatır.
Paris’in Champs-Élysées’sinde bir bankta soluklanabilir, Barcelona’nın La Rambla’sında bir sokak şarkıcısını dinlerken duraksayabilirsiniz. Ancak İstiklal, bugün bir yerden kaçma isteğini, bir an önce varılacak noktaya ulaşma telaşını çağrıştırıyor. Oysaki bu caddenin taşları, geçmişte adımların altında birer anlatı gibi döşenmişti. Çiçek Pasajı’nın zarif kemerleri, Atlas Pasajı’nın yıllara meydan okuyan kapısı, her biri döneminin kültürel izlerini taşır. Tavan süslemeleriyle bir sanat mabedini andıran Sent Antuan Kilisesi’nin gotik öğeleri, yürüyüşü kesen bir şiir dizesi gibidir; Surp Hovhan Vosgeperan Ermeni Katolik Kilisesi, avlusunun derinliğinde kalabalığın içinde soluklanacak bir köşe sunar.
Mekân, yalnızca fiziksel bir varlık olmanın yanı sıra, aynı zamanda yaşanmış deneyimlerin, hatıraların ve kolektif hafızanın biriktiği canlı bir organizmadır. İstiklal Caddesi, tıpkı kıyıya vuran bir deniz kabuğu gibi, geçmişin seslerini ve birikimlerini bünyesinde taşır. Lefebvre’nin de belirttiği gibi, nasıl ki deniz kabuğu içindeki canlının izlerini dokusuna işlerse, İstiklal Caddesi de geçmişin izlerini katman katman korur. Bugün bu izlerin bir kısmı silinmiş veya unutulmuş olsa da, caddenin ruhu ve kimliği, tıpkı deniz........
© Birikim
