İzmir’e Uygulanan Sessiz Kuşatma
1970’li yılların sert politik ikliminde, şehirlerimizin ufkunda yeni bir yönetim anlayışının parıltısı belirmişti: toplumcu belediyecilik[1]. Ancak bu deneme, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir kuşatmanın hedefindeydi. Milli Cephe hükümetleri, toplumsal eşitlik, kamusal hizmet ve yerel dayanışma gibi kavramları devletin bütünlüğüne tehdit olarak kodladı. CHP'li yerel yönetimler halkçı projelerle yoksul mahallelere nefes olmaya çalışırken, merkezi yönetim İller Bankası’ndan akan kaynağı kısıp nefesi kesmekte beis görmedi. Bütçe, bir idare aracı olmaktan çıkarak cezalandırma aracına dönüştü. Bu tutum, ekonomik krize karşı kemer sıkma politikası olmanın dışında idari kuşatmanın yerel ölçekli bir versiyonuydu: Hizmeti engelle, sonra da “yetersiz” ilan et.
CHP’li belediyelerin sosyal konut yapma ve toplu ulaşımı sübvanse etme gibi temel ihtiyaçlara dönük projeleri, başkentin soğuk koridorlarında ya sürüncemeye bırakıldı ya da keyfi gerekçelerle yok sayıldı. Adalet Partili belediyelere açılan musluklar, CHP'li belediyelere gelince paslı bir vanaya dönüştü. Oysa halkın talebi ulaşım, barınma, temizlikti… Ama hükümet için bu uygulamalar ideolojik bir tehdit olarak kodlanmıştı. Ne yazık ki haklı oldukları tek şey buydu.
Bu yıllarda belediyecilik bir teknik uzmanlık değil, ideolojik bir direniş biçimiydi. Alternatif finansman modelleri arandı: kooperatifler, üretim birlikleri, doğrudan halktan alınan katkı payları… Mali özerklik, kırıntıların ötesinde kararlılıkla örülmeye çalışıldı. Fakat bu mücadele maddi yapısal bir sıkışmayla da örülüydü. Belediyelerin hazırladığı bütçeler, valilerin ya da kaymakamların onayına tabiydi. Belediye başkanının, yardımcısını bile seçmesi için Ankara’dan icazet gerekiyordu. Kadrolar, encümen üyeleri, hatta planlama müdürlüklerindeki teknik personelin yer değişikliği bile merkezi yönetimin yetkisindeydi. İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın görev yerini değiştirmek istediği mimarlar sekiz ay boyunca işe gitmeden maaş aldı. Çünkü Ankara “onaylamadı.” Ama İsvan da susmadı ve eylemlerini yükseltti. Merkezi otorite geri adım atmak zorunda kaldı. Bu dönemde belediyecilik, asfalt dökmek ve kaldırım yapmanın ötesinde politik bir mücadele biçimiydi.
Toplumcu belediyeciliğin en çarpıcı figürlerinden biri, hiç şüphesiz ki Vedat Dalokay’dı. Biraz deli, ama çokça adanmış; biraz şair ve bütünüyle halkın yanında bir başkandı. 1975’in yakıcı yazında, başkent Ankara'nın asfaltı adaletsizlikten yanıyordu. Hükümet, CHP'li belediyelere kaynak aktarmıyor, işçiler maaşsız kalıyor, çöpler toplanmıyor, yollar onarılamıyordu. İşte o günlerde, "İşçisi açken tok yatılmaz" diyen Dalokay, maaşlarını ödeyemediği 6.500 belediye işçisinin yanında saf tuttu. Başbakan Demirel’in arabasının önüne atlaması, ahlaki bir isyandı: "Başbakanı tok, işçisi aç ülke olamaz." O andan itibaren sadece bir belediye başkanı değil, bir vicdanın sözcüsü oldu.
Ve sonra Dalokay, makamında açlık grevine başladı. “İnsanların oylarıyla seçilen başkan, onların acısını da paylaşmalıdır,” dedi. Üç gün sürdü grevi. İkinci gün hükümet geri adım attı. Ödenek aktarıldı, maaşlar yatırıldı. Ama Dalokay sözünü tuttu, açlık grevini üçüncü günün sonunda tamamladı. Bu zafer toplumcu belediyeciliğin, faşist kuşatmalara karşı nasıl ahlaki bir duruş sergileyebileceğinin tarihsel örneğiydi.
İzmir'e Uygulanan Sessiz Kuşatma
Geçmiş sandığımız şeyler bazen bugünün aynasına dönüşür. Türkiye’de yerel yönetimlere dönük baskı politikaları da tam olarak böyle. Dün HDP üzerinden kurulan “iç düşman” siyaseti, bugün yönünü CHP’li belediyelere çevirmiş durumda. Yerel demokrasi, sadece kayyumlarla ya da toplu tutuklamalarla değil, kaynakları keserek, projeleri durdurarak ve halkın seçtiği temsilcileri etkisizleştirerek kuşatılıyor. İşte bu yeni dönemde İzmir, adeta cezalandırılan şehir olarak konumlanmış durumda.
2023 yılı yatırım programına baktığınızda durum daha da netleşiyor. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, kendi yürüttüğü metro projelerine Ankara’da 15,8 milyar TL, İstanbul’da 19,3 milyar TL ayırırken, İzmir’e 0 TL destek veriyor. Bu veri resmi olarak 15 Ocak 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Oysa İzmir, dev bir metro projesi yürütüyor: Buca Metrosu. 765 milyon Euro’luk maliyetiyle, Türkiye’de bir belediyenin dış krediyle gerçekleştirdiği en büyük ulaşım yatırımı bu. Ama merkezi hükümetten bir kuruş destek yok. Krediyi ise İzmir Büyükşehir Belediyesi uluslararası kuruluşlardan aldı. Ama bu krediyi kullanmak için bile aylarca Cumhurbaşkanlığı onayı beklemek zorunda kaldı. Onay gecikti, döviz kuru yükseldi, proje maliyeti daha da ağırlaştı. Yani İzmir yalnız bırakılmadı, bilerek yavaşlatıldı.
Peki, sadece ulaşım mı? Hayır. Belediyelere merkezi bütçeden aktarılan paylar genellikle İller Bankası aracılığıyla dağıtılıyor. Ancak burada siyasal sadakat devreye giriyor. İzmir’in bazı dönemlerde İller Bankası paylarında 0’un üzerinde kesintiye uğradığı, oysa benzer büyüklükteki AKP’li belediyelerde bu oranlarda düzenli kesintilere rastlanmadığı yerel raporlarda ve akademik kaynaklarda açıkça yer alıyor. Bu fark, uygulamanın teknik değil siyasal saiklerle yürütüldüğünü gösteriyor. Yani hem büyük yatırımlar için destek verilmiyor, hem de belediyenin elindeki bütçe tırpanlanıyor. 2020 yılında yaşanan İzmir Depremi sonrası da tablo değişmedi. TOKİ ve AFAD gibi merkezi kurumlar, yerel yönetimi neredeyse tamamen dışlayarak süreci yönetti.
Türkiye, 1970’lerde de merkezi baskının gölgesindeydi. Ancak o dönemin toplumcu belediye başkanları, kaynak yoksunluğunu bahane etmeden üretimi örgütleyip tüketimi düzenleyerek yeni bir belediyecilik inşa ettiler. Bugün benzer bir baskı atmosferi yeniden hissediliyor. Ne var ki, geçmişin kaynak yaratan, halkla birlikte üreten başkanlarının yerini bugün ne yazık ki tasarruf adı altında emekçileri gözden çıkaran teknokrat yöneticiler alıyor. Oysa 70’lerin cesareti, bugün hâlâ yol gösterici olabilir.
CHP’li Belediyede Grev Yapılamaz Mı?
İzmir’e yönelik merkezi baskılar, kaynak kesintileri ve dışlayıcı politikalar bir yana, kentin içinden yükselen başka bir çelişki daha var ki, en az dış müdahale kadar yakıcı: Emekten, eşitlikten, katılımcılıktan söz eden bir belediyenin bizzat kendi içinde emeği bastırması. Üstelik bu tablo yalnızca sınıfsal bir gerilim değil, AKP’ye karşı yıllardır şekillenen toplumsal güç birliğini zayıflatan bir bölünmeye de işaret ediyor. Emekçilerin taleplerinin görmezden gelinmesi, baskı yöntemlerinin “bizden” olduğunu iddia eden ellerle uygulanması, AKP-MHP bloğunun başaramadığı ayrışmayı muhalefetin kendi içinde derinleştiriyor. Tam da bu gerilimin ortasında, yakın zamanda İzmir’de eski belediye başkanını ve bürokratları da kapsayan bir operasyonla 130 belediye çalışanı gözaltına alındı. Bu gözaltılar İmamoğlu operasyonlarının devamı olarak yargı yoluyla siyasetin devreye girdiği bir müdahaleydi özünde. Böylece İzmir, hem içeriden bastırılan emek talepleriyle hem de dışarıdan kuşatılan siyasi alanıyla çift yönlü bir sıkıştırmaya maruz bırakılmış oldu.
İşte bu sıkışmanın en görünür biçimlerinden biri, Haziran 2025’te sokağa taşan büyük işçi grevinde kendini gösterdi. İzmir’in kalbi, Haziran 2025’te kırmızı gömlekli on binlerce işçinin sloganlarıyla attı. “Eşit işe eşit ücret” talebiyle başlayan bu büyük grev, yalnızca bordrolara dair bir çatışma değil, yıllardır halının altına süpürülen yapısal bir çarpıklığın açığa çıkışıydı. Türkiye’de belediyecilik, ne yazık ki çoğu zaman kamu hizmetinden çok, grup-klik sadakatinin ve siyasal kayırmacılığın (klientalizm) bir sahnesine dönüşmüştü. Her gelen başkan, onu o koltuğa taşıyan partili kliklerin referansıyla eş-dost kadrolaşmasına mahkûm edildi. Bu liyakatsizlik ve kayırmacılık, yıllar içinde belediye bütçelerini eritti, mali disiplini çökertti. Ama faturayı hiçbir zaman o kadrolar ödemedi, sabahın köründe işbaşı yapan emekçiler ödedi.[2]
Gerçek olan şuydu: Önceki dönem İzmir Büyükşehir Belediyesi, kentin bütçesini hesapsız harcamalar, yetersiz denetim ve siyasi kadrolaşmayla plansız yönetmişti. Belediye şirketlerinin mali disiplini çökmüş, kaynaklar verimsizliğe gömülmüştü. Ancak bu enkaz karşısında geliştirilen çözüm de en az sorun kadar adaletsizdi: işçi kıyımı. Cemil Tugay yönetimi, seleflerinin hatalarının faturasını maaşıyla geçinen emekçiye keserek göreve başladı. 2024’te 37.700 olan personel sayısı Haziran 2025’te 34.218’e düşerken, bir yandan da 1.900 yeni kişi işe alındı.........
© Birikim
