Faşizmin Mekânları
Kentte Flanör Gibi Yürümek başlıklı ilk yazıda, şehirlerin duyusal belleği ve bireyin kentle kurduğu organik ilişki ele alınmıştı. Bu kez ayaklar, estetiğin ve rastlantıların değil, baskının ve otoritenin izlerini sürüyor. Çünkü kentler, özgürlüğün sahnesi olduğu kadar, iktidarın mekâna kazıdığı, halkı hizaya sokan ve toplumsal düzeni şekillendiren bir tahakküm haritasıdır. Bu yüzden yol, bir pasajın loş ışığından çıkarak, devasa anıtların gölgesinde, askeri meydanlarda, ideolojinin taşlara kazındığı yapılar arasında ilerliyor. Aranan ise, faşizmin mekâna sinmiş izleri.
Şehirler, ideolojilerin sessiz ama güçlü anlatıcılarıdır. Meydanların kime açık olduğu ve kimleri dışladığı, bulvarların doğrultusu ve hiyerarşisi, binaların hacmi ve silueti, tümü bir ideolojinin mekâna işlenmiş manifestosudur. Dolayısıyla kent tasarımları, basit fiziksel bir düzenleme olmanın ötesinde, iktidarın kimleri görünür kılıp kimleri gölgede bıraktığını, hangi değerleri yücelttiğini ve nasıl bir toplumsal düzen tahayyül ettiğini de yansıtan bir anlatıdır.
Faşizmin mekânları ise bu anlatının en ürkütücü örneklerindendir. İktidarın mekânı nasıl gösterişli bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne serer. Faşist kentsel tasarım, çeşitliliği silerek kitleleri hizaya sokmayı ve mutlak düzen fetişizmiyle gücü somutlaştırmayı amaçlar. Flanörün serbestçe adımladığı sokakların aksine, faşizmin mekânları insan hareketlerini disipline eden, kalabalıkları tek bir iradenin gölgesinde eriten, bireyi ve hafızayı kontrol altına alan yapılar olarak inşa edilir. Roma’dan Madrid’e, Berlin’den toplama kamplarına uzanan bu yolculuk, mekânın sırf bir coğrafi unsur olmadığını, aynı zamanda iktidarın en katı suretlerinden birine dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
Mussolini’nin Roma’yı yeniden fethetme arzusu, mekân tasarımı yoluyla geçmişi yeniden şekillendirme ve iktidarını taşlara kazıma çabasıydı. Antik Roma’nın ihtişamını modern faşizmin zafer tacı gibi başına yerleştirmeyi amaçlayan bu büyük dönüşüm, sadece binaların yükseltilmesiyle sınırlı değildi; aynı zamanda tarihin ideolojik bir anlatıya dönüştürülmesiydi. Böylece Roma, Mussolini’nin kendisini Sezar ve Augustus gibi kadim hükümdarların varisi olarak sunmak için kullandığı bir sahneye dönüşüyordu.
Bu sahnenin en dikkat çekici unsurlarından biri, büyük ölçekli yol genişletme projeleriydi. İmparatorluk Forumları Caddesi, antik Roma’nın anıtsal mirasını Mussolini’nin iktidar anlatısına entegre etmek amacıyla yaratıldı. Orta Çağ’dan kalma yapılar ve mahalleler yıkılarak, Sezar ve Augustus’un forumlarını görünür kılan geniş bir bulvar açıldı. Bu yeni yol, faşist geçit törenlerinin düzenleneceği, Mussolini’nin Roma’nın fatihi olarak yürüyebileceği bir sahne olarak planlandı. Venedik Meydanı, büyük çaplı dönüşümlerle rejimin resmi gösterilerinde Mussolini’nin halka sesleneceği merkezi bir noktaya dönüştürüldü. Venedik Sarayı’nın balkonundan halkı selamlayan Mussolini’nin görüntüsü, bu meydanı faşist gücün simgesi haline getirdi. İtalya Forumu, beden ve sporu ideolojik bir eğitim aracı olarak kullanmayı amaçlayan dönemin en büyük projelerinden biriydi. Mermer Stadyum ise antik Roma’dan ilham alan heykelleri ve idealize edilmiş kaslı erkek bedenleriyle faşizmin güçlü insan anlayışını yansıtıyordu.
Mussolini’nin faşist modernizmi, Roma Evrensel Sergi Bölgesi tasarımıyla zirveye ulaştı. 1942’de düzenlenmesi planlanan uluslararası sergi için tasarlanan bu bölge, büyük ölçekli simetrik yapıları, sert hatları ve antik Roma’ya göndermeler yapan dev sütunlarıyla, faşist rejimin moderniteyi kendi ideolojisi doğrultusunda nasıl sahiplendiğini gösteriyordu. İtalyan Uygarlık Sarayı, ya da "Faşist Kolezyum", Roma’nın tarihsel mirasını faşist bir yorumla yeniden şekillendirme çabasının en belirgin örneğiydi. Alandaki geniş caddeler ve anıtsal binalar, faşizmin bugünü değil, geleceği de ele geçirme iddiasının beton bir manzumesi olarak yükseliyordu.
Bu dönüşüm tarihin tek bir anlatıya indirgenmesi ve kentin hafızasının faşizme adanmasıydı. Uzlaşma Caddesi, Aziz Petrus Bazilikası’na açılan geniş bir cadde olarak inşa edildi ve faşizmin Katolik Kilisesi ile kurduğu pragmatik ittifakın mekânsal ifadesine dönüştü. Aziz Petrus’a giden eski organik kent dokusu temizlenerek, yerine faşist ideolojinin düzen ve mutlak hâkimiyet anlayışına uygun geniş bir tören yolu açıldı.
Mussolini’nin Roma vizyonu, mimari eserler dikmenin ötesinde, kenti baştan aşağı bir propaganda aracı olarak yeniden inşa etme girişimiydi. Faşist ideolojinin güç, disiplin ve itaati simgelemesi için antik Roma’nın mirası kendi anlatısına uygun biçimde düzenlenirken, bu mirasın faşizme hizmet etmeyen kısımları yok edildi. Bugün hâlâ ayakta kalan bu yapılar, Mussolini’nin kendisini zamansız bir lider olarak yüceltme çabasının taşlaşmış yankıları olarak Roma’nın sokaklarında yaşamaya devam ediyor.
Nazi Almanyası’nda ise güç fetişizmi, Albert Speer’in Dünya Başkenti Germania (Welthauptstadt Germania) tasarımında doruğa ulaştı. Hayata geçirilememiş olsa da, bu proje Berlin’i yalnızca bir dünya başkenti yapma amacı taşımıyordu; aynı zamanda Nazi ideolojisinin mekansal bir manifestosu olarak, halkı silikleştiren ve iktidarı mutlaklaştıran bir düzen makinesine dönüştürmeyi hedefliyordu. Speer’in tasarladığı mekanlar, Hitler’in "Bin Yıllık Reich" hayalini fiziksel bir gerçekliğe dönüştürmenin bir aracıydı. Nazi Almanyası'nın gücünü askeri zaferlerin devasa mimari ölçeklerle ebedileştirme arzusunu taşıyordu.
Bu tasarımın en heybetli ucubesi, 250 bin kişilik Büyük Halk Salonu (Volkshalle) idi. Roma’daki Pantheon’un grotesk hayaleti gibi duran bu yapı, Nazi ideolojisinin kutsal bir tapınağı gibi düşünülmüştü. İhtişamlı ölçeğiyle bireyi ezici bir düzen içinde eriten Salon, insanın küçüklüğünü ve devletin büyüklüğünü vurgulamak için tasarlanmıştı. Hitler, Büyük Halk Salonu’nun, Berlin’in üzerine çöken bir kubbe gibi tüm şehri domine etmesini istemişti. Yapının iç yüzeyinin altın kaplamalarla süslenmesi ve merkezine devasa bir kartal ve gamalı haç motifi yerleştirilmesi planlanıyordu. Kubbeyi taşıyan sütunlar, imparatorluk ihtişamını hatırlatan neo-klasik bir görkemle yükselirken, iç mekânın hacmi, sesin yankılanarak konuşmacıyı yücelttiği, katılanları ise önemsizleştirdiği bir akustik tasarımla şekillendirilecekti. Hitler, burada dev toplantılar düzenleyerek kitleleri mimari ve sesin birleşimiyle hipnotize etmeyi amaçlıyordu.
Germania’nın diğer bölümleri de aynı faşist düzenin birer uzantısıydı. Beş kilometre uzunluğunda ve 120 metre genişliğinde olması planlanan Zafer Caddesi, Nazi yürüyüşleri ve törenleri için düzenlenmiş, simetrik bir eksen olarak tasarlanmıştı. Napolyon’un Paris’teki Zafer Takı’nın beş katı büyüklüğünde olması........
© Birikim
