menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi”ne Zeyl: Aybar’ın Hakkı Aybar’a…

3 1
31.07.2024

18 Ağustos 1991’de Sovyetler Birliği’nin “sıkı komünistleri” Gorbaçov reformlarına karşı bir darbe düzenlediler. Darbe haberi üzerine Moskova’da halk sokaklara döküldü. Darbeciler tanklar ve askerî birliklerle kente hâkim olmaya çalıştı, yer yer çatışmalar çıktı. Gerilimli geçen üç günden sonra halktan destek bulamayan askerî birlikler geri çekilmeye başlayınca darbe de 21 Ağustos’ta çöktü. Darbeyi düzenleyenler komünist partisine mensup bir klik olduğu için parti büyük prestij kaybetti. Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin de 23 Ağustos’ta Rusya Komünist Partisi’ni yasaklayıp mallarına el koydu. Sovyetler Birliği’ndeki diğer cumhuriyetler de yerel komünist partileri kapatmakta gecikmediler.

Böylece, Ekim Devrimi’ne tanıklık eden Amerikalı gazeteci John Reed’in kitabının adıyla ifade edersek “Dünyayı Sarsan On Gün”de kurulan yeni rejim yetmiş yıl sonra “Dünyayı Sarsan Beş Gün”de yıkılıp gitti...

Bu yıkılış çok acıtıcı bir soruyu gündeme getirdi. Eğer Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi’yle başlayan, emekçilerin “kendi vücutlarının doğal bir uzantısı olarak benimsedikleri, kendi var oluş nedenlerinden biri olarak gördükleri” yeni bir toplum düzeni ise, emekçiler ona neden sahip çıkmamışlar, yıkılmasına neden bigâne kalmışlardı? Yoksa Sovyetler Birliği’nde “emekçiler söz ve karar sahibi” haline gelememiş ve yeni rejimi sahiplenmemişler miydi? Eğer böyleyse, yumurtasız omlet yapılamayacağına göre, işçilerin sahiplenmediği bir rejimin adını sosyalizm olarak adlandırmamız bir yanılgı mıydı?

Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (1974-1990) Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz, Görüş dergisinin (Eylül 1990) tarihli 46. sayısında “Neden Yanıldım?” başlıklı bir yazı yayımlamış ve SSCB’nin sosyalist bir ülke haline gelemeyişinin nedenlerini sıralarken şunları belirtmişti:

Marx’tan anladığım kadarıyla... Sosyalizmde üretim araçlarının özel mülk olmaktan çıkarılıp devlet mülkiyetine geçirilmesi sadece ilk adımdır. Bu adımı izleyen süreç boyunca üreticilerin kolektif mülkü, en geniş anlamıyla elbirliğiyle oluşturulması gereken yeni toplum düzenini kendi vücutlarının bir uzantısı olarak benimsemeleri, onu kendi varlık nedenlerinden birisi olarak görmeleri, böylesi bir bilince doğru evrilmeleri gerekir. İşte Sovyetlerde bir türlü gerçekleşmemiş olan da budur. Bunun da başlıca sebebi, üretimde üreticilerin doğrudan söz ve karar sahibi haline gelmemiş olmalarıdır. Bu neden böyle olmuştur? ... Bana kalırsa belirleyici faktör sosyalist demokrasi eksikliğidir... üretimde olduğu kadar toplumsal hayatın her alanında, ülke yönetiminden her türlü sosyal, kültürel vb. problemlerin çözümüne değin, çalışan insanların söz ve karar sahibi haline gelmemiş olmalarıdır. Her alanda tek söz ve karar sahibi her zaman Parti olmuştur... İnanıyorum ki, Lenin dahil Bolşeviklerin ezici çoğunluğu tek başına Parti’nin değil, Sovyetlerde örgütlenmiş emekçilerin iktidarını istiyorlardı. Bu olmayınca sosyalizme ilerleyecek yol daha emekleme safhasında deformasyona uğradı. ... SSCB’yi sosyalist bir ülke olarak artık nitelemiyor olmamın hikâyesi kısaca böyle. Ama geçmişimi değerlendiriyor ve diyorum ki bu gerçeği vaktinde görebilmeliydim görebilirdim de. Ama olmadı. Bu benim eksikliğim.

Acaba görebilir miydi, acaba görebilir miydik?

Daha doğrusu soruyu şöyle sormak lazım: Sosyalist demokrasi eksikliğinin bir işçi-emekçi iktidarının yolunu kapayacağı söylendiği halde biz bunu niye duymak istemedik?

Ahmet Kaçmaz’ın “görebilirdim” dediği şeyi Mehmet Ali Aybar görmüştü. Hatta TİP Altındağ İlçesi Başkanı Ahmet Kaçmaz ile, Çankaya üyesi olan ben 1968 sonbaharında yapılan TİP Ankara İl Kongresi’ni izlemiş ve Aybar’ın konuşmasını dinlemiştik.

Geri kalmış bir toplumun kapitalist aşamayı atlayarak sosyalizme geçmesi halinde ekonomide, bilimde, teknik alanlarda kapitalist toplumun gerisinden işe başlamak gibi bir durum söz konusu oluyor. Ama teknik alanlardaki bu geçici geriliğin, insan sevgisi ve saygısına dayanan sosyalizmin asıl özünde de belirmesine, sosyalist demokrasiyi engellemesine müsaade edilemez, edilmemelidir. Bu zor koşullarda kurulan bir sosyalist düzende bile insanlar daha ilk günden itibaren kendilerini mutlu duymalıdırlar. Bu mutluluğa insanlar sömürülen, horlanan ikinci sınıf vatandaşlar olmaktan kurtulduklarını ve devlet yönetiminin vazgeçilmez unsurları haline geldiklerini, günlük yaşamları içinde gördükleri, kavradıkları ölçüde ulaşırlar. Emekçiler, sosyalist düzenin daha ilk gününde birer araç olmaktan çıktıklarını ve devleti kendilerinin yönettiğini duymalıdır. Bu alandaki boşluklar, hele bu halin yıllarca sürüp gitmesi, hiçbir gerekçe ile mazur gösterilemez. En geri koşullarda sosyalizmi kurmuş olmanın mutluluğunu, insanlar ilk günden itibaren içlerinde duymalı, inançlı şevklerini asla kaybetmemelidirler.

….

1917 devriminden bu yana 51 yıl geçmiş olduğu halde, Rusya’da hâlâ sosyalist demokrasi kurulamamıştır. Hâlâ emekçi sınıflar “yönetilen” durumdadır, yönetici durumuna yükselememiştir. Hâlâ yöneticileri gerçekten denetleyememektedirler; yöneticileri gerçekten seçememektedirler. Ve emekçi sınıflar devlet yönetimine gerçekten ağırlıklarını koyamamışlardır (Mehmet Ali Aybar’ın TİP Ankara İl Kongresinde yaptığı konuşmadan, 13 Ekim 1968, Mehmet Ali Aybar, TİP Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s. 534-535).

Mehmet Ali Aybar bu görüşlerini başka birçok vesileyle tekrarladı, Türkiye İşçi Partisi başkanlığından ayrıldıktan sonra da başka platformlarda dile getirdi. Peki de, neden bütün bunlar, birinci elden tanıkları olduğumuz halde “bir kulağımızdan girdi bir kulağımızdan çıktı?”

Sosyalizm düşüncesinin, Türkiye tarihinde ilk kez bir avuç insanın ötesine taşınıp anlamlı bir kitleye mal edilmesine ve aralarında benim de bulunduğum genç kuşak sosyalistlerin yetişmesine ortam hazırlamış olan Türkiye İşçi Partisi’nin (1961-1971) üç lideri arasında Sovyetler Birliği’ne ihtiyatla, hatta eleştirel bakan neden sadece Mehmet Ali Aybar’dı?

Onların TKP ile ilişkilerindeki farklılık bunun bir nedeni olabilir miydi?

Rusya Devlet Siyasi Sosyal Tarih Arşivi’nde Behice Boran’ın 1942’de TKP’ye katıldığına dair belge mevcut. Sadun Aren için böyle bir üyelik belgesi yok, ama Cogito dergisinin 2003 Güz tarihli 37. sayısında Neşet Kocabıyıkoğlu’nun onunla yaptığı söyleşide “Ankara’da TKP’li olarak Ömer Lütfü Tunçay isimli arkadaşa........

© Birikim


Get it on Google Play