Zeynel Can
Sene iki binli yılların başıdır. Bir sürgün olan kahramanımız Londra'da bir yandan çalışmakta, dil öğrenmekte, bir yandan da -ömrünün ilerlemiş bir döneminde- sahip olduğu biricik kızına babalık yapmaktadır. Bedeni İngiltere'de belki, ama rüyalarında yalnızca geçmişi ve yurdu var.
Oradan zorla çıkmıştır. Aklından, yüce Allahın her günü, her sabahı, yüzünü yıkayan babasının -iki gözünden yere düşen yaşlarla- Hüseyin'e yakarışı, bir de İstanbul'un eski ilçesi Kartal'da Soğanlık'ta, aile boyu bir karakolda gördükleri, duydukları hiç çıkmıyor.
Birincisini artık geri getiremez, babasını yitirdi, muhtemelen cenazesine de gidemedi. İkincisi de en az birincisi kadar canlı. İşkence, tutuklama ve dışlanma. Ardından fişlenme ve takip. Yurtdışına da bu yüzden geldi. Ama umduğunu hiç bulamadı. İşler ters gitti, siyasi arkadaşlığın ne kadar hayırsız olduğunu, gavur ellerde -hem de hayatının epey ilerlemiş bir safhasında- öğrendi.
Babasından ve yoldaşlarından ayrı düşen bu -artık orta yaşları geçmiş- adamın dilinden birdenbire bir sabah heceler döküldü: "Eylen yolcum eylen bir su vereyim/ Susuz çöller aşmadın mı yaralı.." Bu sözler hem........
© Birgün
