Nasıl bir dünyaya doğru gidiyoruz?
Donald Trump’ın ilk 100 günü siz bu satırları okurken dolmuş olacak. Başta Çin dünyaya yönelik güç gösterisi, tehdit, şantaj, blöfe dayalı hamleleri, sürekli yön değiştirme manevraları şu ana kadar sonuç vermemiş, üstelik Amerikan kamuoyunda da kendisine duyulan güven inişe geçmiş görünüyor. Ancak 2025’le birlikte daha çalkantılı, ekonomik belirsizliklerin iyice su yüzüne çıktığı bir dünyaya adım attığımız da ortada. İsterseniz bu noktada içinde bulunduğumuz küresel konjonktüre 10 maddede kuş bakışı bir göz atalım.
1- ABD dünyadaki ekonomik ağırlığı ve ideolojik inandırıcılığı erozyona uğramasına karşın, küresel finansal sistemdeki belirleyiciliği, dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olması, yer yer Çin meydan okusa da süren teknolojik üstünlüğü üzerinden hegemonik gücünü korumaya çalışıyor. Joe Biden döneminde benimsenen uluslararası liberal düzenin hamisi olmak, dünya egemenliğini kurumlara ve kurallara dayalı bir biçimde ihya etmek çabası sonuç vermedi. Trump 2.0 ile birlikte tamamen güce ve tehdide dayalı, toprak taleplerini de içeren kaba bir emperyalizm görüntüsü sergileniyor. Tüm belirtiler çok kutuplu, çok merkezli, safların köşeli bir biçimde belirlenmediği, Küresel Güney ülkelerinin pazarlık kabiliyetinin arttığı bir dünyaya doğru gittiğimizin sinyallerini veriyor.
2- Günümüzde tek bir ülkenin gücünü dayattığı bir “süper emperyalizm” de, tüm dünya dengelerinin bütünleşik bir küresel sermayenin sermaye birikimi önceliklerine göre belirlendiği bir “hiper emperyalizm” de söz konusu değil. Trump’ın Panama ve Grönland’da uzanan toprak talepleri, Kanada üzerinde dahi egemenlik iddia eden demeçleri klasik bir emperyalizmi de zorlayan bir kurguyla karşı karşıya bulunduğumuz izlenimi veriyor. ABD liderliğinde AB, Japonya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin büyük ölçüde birlikte hareket ettiği, birbirlerinin önünü kesmediği, çelme tatmadığı, aralarındaki sorunları büyük ölçüde uzlaşma yoluyla hallettiği bir “kolektif emperyalizm” kurgusu da giderek silikleşiyor. Ulusal sınırların önem kazandığı, büyük güçler arasındaki çelişkilerin belirginleştiği, 20. Yüzyıl başı benzeri savaş ve çatışmayı davet eden bir dünya tablosu ortaya çıkıyor.
3- Trump’ın gerek ekonomik gerek jeopolitik düzlemlerdeki saldırgan politikaları üç ayrı doktrin üzerinden tartışılıyor. Hegemon liderliğin ikna ve rıza üzerinden şekillendiği; demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi değerlerle soslanmış bir yaklaşım yerine” kaba realist, güç bölgelerine dayanan veya ters-Kissinger” diye adlandırılan üç ayrı yaklaşım dillendiriliyor. Kaba realizm çerçevesinde ABD sadece Rusya, Çin, AB gibi büyük güçleri muhatap kabul eder. Zelensky’e yönelik muamelesinden veya Gazze’ye ilişkin gaddar tutumundan gözlendiği üzere, Ukrayna ve Filistin gibi zayıf ulusları kâle almaz. Güç bölgeleri yaklaşımı ise, ABD’nin Amerika kıtasının mutlak hakimi olması, Çin ve Rusya gibi güçlere ise kendi bölgelerinde belli egemenlik alanları tanınması üzerinden dünya güç dengelerine bakış anlamı taşır. Ters-Kissinger stratejisine gelince; nasıl 70’lerde Nixon döneminde baş düşman Sovyetler Birliği’ne karşı Mao’yla uzlaşma yoluna gidildiyse; bu kez Putin’e tavizler verme pahasına tüm güçleri Jinping liderliğindeki Çin’e karşı konuşlandırma anlayışını temsil eder.
4- Trump döneminde, hükümette sermayenin temsilcileri değil bizzat kendileri yer alıyor. En popüler örneği Elon Musk olan bu milyarderler kulübünü, Joe Biden bile yüksek teknoloji ve karanlık paranın ittifakına dayanan bir oligarşi diye nitelendirmişti.........
© Birgün
