Benjamin ve Sora: Yapay zekâ ile sanat
Bu makale, yapay zekânın sanat üretiminde açtığı yeni imkânları Walter Benjamin’in teknik yeniden üretim kavramı üzerinden tartışmaktadır. Bu çerçevede, yapay zekâ ile üretimde ortaya çıkan 'yansıtmalı yeniden üretilebilirlik' süreci analiz edilmektedir. Kitlesel üretimin sanatı kopyalaması eşiğinde Benjamin bu durumu tekniksel yeniden üretim diye analiz ederken, şimdi ise bu özelliğinin bir adım ileri taşındığı yansıtmalı yeniden üretilebilirlik dönemindeyiz.
Yazı, sanatın disiplin, yetenek ve sınıfsal eşitsizlik bağlamındaki tarihsel konumunu yapay zekâ teknolojileriyle karşılaştırarak değerlendirirken, Benjamin’in “aura” kavramını, gerçeklik algısını dönüştüren sinema teknikleriyle birlikte ele alır. Ayrıca sürrealizmin gerçeklikle ilişkisi ve estetik-politik etkisi ve sanatın bağımsızlığının teknoloji şirketlerinden de kapsaması gerektiğini savunur; yapay zekânın sanatı demokratikleştirme potansiyeline rağmen özgün yaratıcının önemine vurgu yapar.
ChatGPT'nin son kullanıcılarına “Sora” adlı özelliği açmasıyla birlikte, görsel sanatlar alanında –resim, fotoğraf ve video gibi– yeni bir döneme girildi. Artık birkaç basit komutla, daha önce yalnızca teknik bilgi ve yaratıcı beceriyle mümkün olabilecek eserler herkes tarafından üretilebilir hâle gelmiş durumda. Oysa bu sanat dalları, geleneksel olarak belirli bir disiplin, yetenek ve eğitim gerektirir; bu gereklilikler aynı zamanda sanatçının toplumsal konumunu belirleyen unsurlardır. Disiplin ve eğitimle sanatta belli bir noktaya ulaşmak mümkün olsa da, yetenek sınırlıysa bu ilerleme sınırlı kalır; öte yandan birçok yetenekli kişi ise gerekli eğitime ve koşullara erişemediği için potansiyelini gerçekleştiremez. Sınıfsal bir toplumda, birçok insanın kendi yeteneklerini geliştirip ona uygun bir yaşam sürme imkânına sahip olamadığından henüz bahsetmedik bile. Kaç yetenekli aşçı, heykeltıraş olamadan, kaç yetenekli inşaat işcisi balet olamadan, kaç yetenekli hayalperest iyi bir romancıya dönüşemeden ömrünün sınırlı günlerini bitirdi şimdiye kadar; kim bilir.
Sanat üretimi genellikle özel araçlar gerektirir. Solistlik veya dans gibi doğrudan bedensel yetkinliğe dayanan ifade biçimleri araçsız gerçekleşebilirken, resim, heykel, müzik, fotoğraf ve sinema gibi alanlarda yaratıcı düşünce ancak araçlar yoluyla somutlaşır. Bugün Batılı ülkelerde de akıllı telefonlarla yüksek kaliteli fotoğraflar çekmek mümkün olsa da, bu durum nitelikli sanat üretimini artırmamıştır. Bu durum, okuma-yazma oranlarının tarihsel olarak yükselmesiyle benzerlik taşır: Elbette okuryazarlığın yaygınlaşması Tolstoy, Shakespeare veya Brecht gibi büyük yazarların ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır; ancak her yazı yazabilen bireyin bu düzeyde eserler vereceği anlamına gelmez. Teknik erişimin yaygınlaşması, sanatsal yaratıcılığın niteliğini otomatik olarak artırmaz.
Walter Benjamin, teknolojik gelişmelerin (örneğin fotoğraf ve sinemanın), sanat eserini tekniksel yeniden üretim' çağında nasıl dönüştürdüğünü tartışarak, kültürün politik etkisine vurgu yapmıştır. Bu durum, kitleler üzerinde yeni bir politik etki alanı açabileceği gibi, sanatın 'aura'sını zayıflatmak gibi sonuçlar da doğurabilir. Aura, bir sanat eserinin zamansal ve mekânsal olarak eşsizliğini ifade eder. Benjamin, 'Sanat eserinin teknik olarak yeniden üretilebilirliği çağında zayıflayan şey, onun aurasıdır,' der. Bir sanat eserinin ritüel, dinsel veya büyüsel bir bağlam içindeki özgünlüğü (örneğin, ikonaların tapınılması ya da heykellerin mabette saklanması gibi durumlar), artık bu eserlerin yeni kitle iletişim araçlarıyla çok sayıda kopyasının dolaşıma girmesi ve 'her yerde görülebilir' hâle gelmesiyle dönüşmüştür. Bu durum, bir yandan demokratikleşmeyi ve daha geniş bir erişilebilirliği mümkün kılarken, öte yandan otantik deneyimin kaybolmasına neden olur.
Benjamin burada, aslında bu tür bir dönüşümün edebiyatla başladığını gözden kaçırmıştır. Daha önceleri, örneğin Homeros’un anlatımlarını dinleyebilmek için ezberi kuvvetli, belki de müzik yeteneği yüksek bir anlatıcıya ihtiyaç duyulurken, yazının ve özellikle parşömen codex’in ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasıyla bu aracılardan bağımsızlaşılmış; kitap bulunan her yerde bu anlatımları doğrudan okumak mümkün hâle gelmiştir. Steven Roger Fischer, bu yeni biçimin kitabı kişisel bir nesneye dönüştürdüğünü ve özellikle sessiz, bireysel okuma alışkanlığıyla düşünce dünyasında köklü bir dönüşüm başladığını belirtir. Ona göre bu sessiz okuma pratiği, düşüncenin içselleşmesini ve bireysel yorum alanının genişlemesini olanaklı kılmıştır. Bu dönüşüm, okuma eylemini yalnızca bilgi edinme aracı olmaktan çıkararak, kişisel bilinç inşasının temel bir süreci hâline getirmiştir. Bu noktada Walter Benjamin’in, teknik yeniden üretim çağındaki sanat eserlerinin aura kaybını değerlendirirken, yazının ve kitabın bu tarihsel etkisini göz ardı ettiği söylenebilir. Zira önce codex biçiminin, ardından da matbaanın bu süreci hızlandırmasıyla birlikte yalnızca görsel imgeler değil, yazılı içerik de kitlesel dolaşıma girmiş; böylece estetik deneyimin bireyselleşmesi ve yazılı sanatın demokratikleşmesi mümkün olmuştur. Bu yüzden, YZ üzerinden geniş kitlelerin sanat ile ilişkilenmesi önemli bir değişikliği işaret etmektedir, lakin bu sayısal değişimin bir niteliksel sıçramaya gidişinin önkoşulları sorgulanmaktadır.
Benjamin’e göre sinema teknikleri (yakın plan, yavaşlatma ve montaj gibi), insanların gerçekliği algılama biçimlerinde köklü değişimlere yol açar. Bu teknikler sayesinde günlük yaşamın genellikle dikkat çekmeyen sıradan ayrıntıları yeni bir bakış açısıyla görünür hâle gelir. Yakın plan, nesneleri detaylandırarak anlamlarını derinleştirir; yavaşlatma, zaman akışında fark edilmeyen detayları görünür kılar; montaj ise farklı görüntüleri bir araya getirerek beklenmedik anlamlar üretir. Böylece sinema sayesinde insanların gündelik hayata ve gerçekliğe ilişkin bilinç ve farkındalıkları artar; sıradan olan bile eleştirel bir bakışla yeniden değerlendirilir.
Benjamin, sanatın tekniğiyle birlikte insanın çevresini algılayış biçiminin de değiştiğini belirtir. Faşizmin, sanat eserlerinin kitlelere ulaşabilir hâle geldiği bu dönemde onları propaganda amacıyla kullandığını söyler. Benjamin’e göre faşizm, kitlelerin öfkesini ve hoşnutsuzluğunu yatıştırmak için estetiği kullanır. Bu yaklaşımda politika, estetikleştirilerek kitlelere sunulur. Faşizm özellikle film ve fotoğraf gibi araçları propaganda aracı olarak kullanarak insanları ideolojik olarak manipüle eder ve gerçek toplumsal sorunların üzerini estetik imgelerle örter. Bu süreçte sanat, sadece bir propaganda aracına indirgenir; gerçekliği sorgulamak yerine onun üzerini örten, sahte birlik duygusu yaratan bir araç hâline gelir. Başka bir deyişle, faşizm yabancılaşmayı sahte bir birlik duygusu yaratan sanat yoluyla geçiştirmeye çalışır. Böylece, tekniğin dönüştürdüğü duyusal algıların sanatsal tatmini, sonunda savaş gibi yıkıcı bir olgudan beklenir hâle gelir.
Marx, insanın yabancılaşmasına karşın, yine de kendisini güzelliğin (dolayısıyla sanatın) yasalarına göre üretebildiğini söyler. Sanatsal duyular, bireysel değil; toplumsal ve tarihsel bir süreç içinde oluşur. Yabancılaşma ve zorunlu koşullar altında üretim, insanı insan olmaktan uzaklaştırırken; güzellik yasalarına göre üretim, özgürleştirici niteliktedir ve insanlığını pekiştirir.
Yansıtmalı yeniden üretilebilirlik, yapay zekâ temelli görsel üretim araçlarının yalnızca teknik olarak çoğaltma yetisini değil, aynı zamanda kullanıcı niyeti, çağrışımları ve yaratıcı yönelimleri yansıtarak üretim sürecini kişiselleştirme kapasitesini tanımlar. Walter Benjamin’in teknik yeniden üretim kavramında vurgulanan özgünlük kaybının aksine, diffusion modelleri gibi yapılar kullanıcıdan gelen istemler (prompts) aracılığıyla her bir üretimde yeni bir varyasyon yaratır. Bu süreçte üretim, sadece çoğaltmaya değil, aynı zamanda yansıtmaya –yani yaratıcı öznenin bilinçli ya da bilinçdışı yönelimlerini görsel forma aktarmaya– dayanır. Böylece yapay zekâ destekli üretim, hem teknik hem de yaratıcılığa açık biçimde “yeniden üretilebilir” olurken, aynı zamanda kullanıcının içeriğe dair beklenti ve yönelimini de kısıtlı olarak yansıtır. Bu kısıtlama, YZ’nin yapısıyla alakalıdır, buna yakından bakmak gerek.
YZ’nin yaptığı bu çalışmalar, komutlar üzerine kuruludur; istenilen sonucun komutlarla ifade edilmesi ve YZ’nin buna göre kendince bir sonuç sunması esasına dayanır. Yani, tavladaki zarların etkisine benzer şekilde, YZ tarafından üretilen eserlerin ortaya çıkışı bir ölçüde şansa da bağlıdır. Bu alanda önemli bir mesafe kat edilmiş olsa da, aynı komutlarla her seferinde farklı bir ürün ortaya çıkmaktadır. Kişisel hakların korunması ve piyasaya sunulan versiyonların yetersizlikleri göz önüne alındığında, ortaya çıkan bu durum, gerçek bir sanatçının yerinin YZ tarafından doldurulamayacağının da bir göstergesidir. Bu durum, girişimin sınırlarını da gözler önüne serer. Buradaki belirsizlik, sanatçının yaratıcılığından gelmiyor, bir araç olan YZ'nin kendi kurallarını kullanıcısına açıklamamasından kaynaklanıyor.
YZ'nin Batı Ermenicesi öğrenilmesi ve kullanılması için yazdığım daha önceki yazılarımda şuna dikkat çekmeye çalışmıştım, YZ ögrenme modeli olarak insanın ögrenme yöntemini taklit etmeye çalışırken, mevcut sorunları gene bu temelde aşmaya çalışmaktadır. YZ'nin temel bileşenlerinden biri olan yapay sinir ağları, insan beynindeki sinir hücrelerinin (nöronların) yapısını ve işleyişini taklit eden algoritmalardır. Bu ağlar, verilerden öğrenme ve karar alma süreçlerini modellemek amacıyla geliştirilmiştir.
Hrayr Harutyunyan, Aram Galstyan, Maxim Raginsky ve Greg Ver Steeg'in bu alandaki analizlerine göre, yoğun bilgi depolama sırasında ortaya........
© Bianet
