menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ayşe Barım: Sosyal medya hukuku ve pasif devrim

15 1
04.10.2025

Ajansına kayıtlı oyuncuları Gezi Direnişine yönlendirdiği iddiasıyla "hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etmekle” suçlanan menajer Ayşe Barım 1 Ekim’de 248 gün tutukluluktan sonra adlî kontrol şartıyla (ev hapsi ve yurtdışı çıkış yasağı) tahliye edildi. Ancak karardan bir gün sonra İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi savcılığın itirazı üzerine yeniden tutuklama kararı çıkarttı.

Tekrar cezaevine gönderilmesi beklenirken infaz hakimliği Barım’ın sağlık sorunları nedeniyle gittiği hastanede tedavi görmesine şimdilik izin verdi.

1 Ekim’de taliye kararı çıkan duruşmaya Barım’ı ihbar eden tanık Sedat Gül, Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile bağlandı. “Emine Ayşe Barım’ı tanıyor musun?” sorusuna “Sosyal medyadan ve televizyondan tanıyorum” yanıtını verdi; “Kendim bir şey görmedim, sosyal medyada gördüklerimi vatandaşlık görevi olarak yazdım” yanıtını verdi.

Bu ifadeden sonra davanın hemen düşmesi, bu soruşturmayı açan savcı ve kabul eden hakimin mesleklerini bırakmalarını bekleriz, lakin öyle olmadı, çünkü bu geldiğimiz dönemde AKP’in kendi tabanına yargı vasıflarını açtığı bir siyasetin tutarlı bir devamı durumda. Bu yüzden bu saçmalığı asli olarak bir siyasal hamle olarak okumak gerekli.

Bu süreç, Gramsci’nin “pasif devrim” kavramıyla yorumlandığında, kitlelerin aşağıdan yukarıya seferberliğiyle değil, devlet aygıtlarının tepeden, parça parça yeniden düzenlenmesiyle ilerleyen ve kendi tabanını devlet aygıtının bir parçasına çeviren bir dönüşüm dikkat çeker.

Yargı ve hukuk, liberal teorinin dediği gibi “nesnel-aracısız” alanlar olmaktan ziyade, iktidarın meşruiyetini yeniden üretmesinin araçlarıdır. Pasif devrim bunun en ileri taşındığı noktalardan biridir. Bu iktidar pratiğini, karşımıza o kadar çok çıkıyor ki, bu yüzden biraz daha yakından bakmamız ve bu saçmaların siyasal dinamiğine odaklanmak gerekiyor.

AKP’in devlet bürokrasisinde bir değişime gittiği ortadır, lakin devlet memurluğu için gerekli olan vasıflara kendi tabanı her zaman sahip değil. Fethullah Gülen hareketinin devlet içinde önünün açılarak kadrolaşması, islami-milliyetci hareketin kendi devlet bürokratlarının yetiştirilmesinin yöntemlerinden biriydi. Bu aygıtın kendi siyasal amaçlarını daha açıktan, ekonomik kriz döneminde paranın kontrolünü daha çok istemesinden dolayı başlayan çatışmanın geldiği nokta hepimizin malumu. Buradaki bir kadro yitirilmesi yaşandı aslında.

Türkiye’deki kadrolaşma önündeki en büyük formal sorunlardan biri, kadrolaşma için gerekli olan diploma sorunudur. Türkiye’de birçok şehirde açılan üniversite, toplumun eğitim seviyesinin yükseltmekten öteye, buradaki eğitimin kalitesini düşürerek, diploma sorununu kendi tabanı için çözmektir. Bu aradaki işlevsizliği bu okullardan mezun olanların yaşamlarında herhangi bir kırılma olmadığını görebiliyoruz. Okuduğu kitap sayısı ve içeriği yönünde neredeyse bir fark yok, üniversite öncesi ve sonrasında. Kendisi gibi olan birçok kişiye rekabete girecek bir başarılı bir makam işgalcisi yetiştirilmiş oluyor.

AKP tabanın dünya anlama metotları var, gizli güçlerin ülke içinde bir kaç maşasının direktifiyle ülke karışıklığa götürülmesi durumu var. Kendi içinde sorunsuz işleyen bir sistem imajı çizilip, buradaki sorulanları başka dışarıdan müdahaleyle açıklayan bu anlayış (komplo teorilerinin çekirdeği) tabanda oldukça meşruiyetine devam ettirmekte. Artık bu yeni yöntemle, bu komplo teorilerini kahve masalarının konusu olmaktan çıkarıp, yargılamanın ana argümanı durumuna gelmiştir.

AKP tabanı kendisinin yeni konumunun keyfini çıkarmakta, komplo teorilerinin hakkını vermekte, oturduğu yerden dünyayı anladığını ve oyunları bozduğunu görmekte ve devletine daha çok sahip çıkmakta. Bu yüzden bu tür tanık ifadeleri, AKP tabanında bir infial yaratmamakta, çünkü onların dünyayı böyle açıkladıkları için ve sadece görevlerini yerine getirmiş olarak görüyorlar. Ayşe Barım’da gördüğümüz sosyal medya üzerinden büyük resme ulaşma çabaları devam edeceğe benziyor. Vasıflı kadro yetiştirmekte sorun yaşayan AKP rejimi, devletin bir kısmını devre dışı bırakarak, kendi kitlesini direk bu işin içine sokmaya başlamıştır, bu ihbarcılıkta olsa.

Genel olarak devlet sınırları içindeki halka güvenmedikleri için, çoğu zaman sivil görevliler ile kitleyi takip etme işini yürütürler. Bunlara maddi kaynak yaratıkları için masraflı olmakta ve dönem dönem iktidarın kendisiyle de çatışan bir noktaya gidebilmekte. Kontrolsüz bir devlet birimi yerine, yetkisiz, ücretsiz bir ihbarcılık sistemi gelişmiştir. Tarihte böylesi bir çatışma Röhm- Hitler kavgasıdır.

AKP yargısının görevi, bu ihbarcılık sistemini kontrol etmektir ve elemektir. Yani iktidarın çıkarlarına gelen ihbarlar olduğunda bunu görmezden gelmektir ya da bu ihbarcıların kendisini suçlu durumuna getirmektir. Böylelikle doğal bir seleksiyon ortamında ihbarcılık kendisini şekillendirmektir. Türkiye’de ihbarcılık çok eski bir yaşam biçimi zaten, lakin daha önce devletin suç diye tarif ettiği olayla direk olayların içinde, somut bilgilere dayanırdı. Devrimcilerin yerlerini ihbar etmeler gibi. Şimdi artık yeni bir ihbarcılık anlayışındayız.

AKP tabanının kendi başarısı olarak gördüğü bir durum ise, devlet aygıtının kendisine benzemesi. Yani devlet memuruna baktığında kendisini aynada görüyor duygusunu yaşamaktadır. Yani devlet aygıtı ile olan yabancılaşmasının önüne geçtiğini düşünüyor. Küçük esnafın, market, manav gibi dükkânları işletirken, kullandığı ekonomik kavramlarla ve o dünya ile Türkiye ekonomisi yönetilmekte. Onların dilini konuşan birisi ekonomiyi belirlemekte.

En son gene Mabel Matiz’in son şarkısı perperişan için CİMER üzerinden yapılan başvurularda, şarkı sözlerinin 'Türk ailesinin örf ve adetlerine aykırı' olduğu yönünde şikâyetlerde bulundukları kaydedildi. Şu an Matiz’e hapis istemiyle dava açıldı. Eskiden de bu tür soruşturmalar ve cezalandırmalar var idi. Ama buna bir kesim bürokrat karar veriyordu. Şimdi iste AKP ideolojisini taşıyan taban, devlet bürokrasisi üzerinde bir baskı aracı ve yönlendirici olarak duruyor.

Aynı zamanda, AKP tabanı, tüm bürokratik aygıtı saf dışı bırakarak, şikâyetini direk Cumhurbaşkanlığı makamına iletebilmektedir. Bu şikâyetlerin doğru ve yanlış olması önemli değildir, önemli olan AKP tabanından gelmesi ve devlet aygıtının terbiyesini sağlamasıdır aynı zamanda. Toplumun, devlet aygıtı tarafından sürekli demokratik süreçlerin dışına itilmesine karşı, AKP tabanı bir demokrasi duygusunu yaşamakta. Ortaya çıkan sonuç, bir kopuş ya da devrimci sıçrama değil (Demokratik dönüşümler); restoratif ve idari düzenlemelerle (AKP’in kendi tabanına alan açması) tahkim edilen bir sürekliliktir.

Bu sürecin karşılığı, devlet aygıtının kendi içerisinde özerklik kazanarak geriye dönüş şekil kazanması değildir. Türkiye’deki çözümsüzlükte buradan çıkmaktadır. CHP, AKP’in bu hamlelerine karşı, devlet aparatının güvenini kazanmak için hamleleri savunmakta. CHP polis veya diğer devlet memurlarının durumu ile ilgili, onların birer mağduriyet içinde olduğunu savunarak, daha iyi maaşlara ve imkânlara sahip olmasını savunmaktadır. Yani, polisin yasal haklarını ve sayılarını kısıtlamak yerine, tam tersine bir yöntem önermektedir.

İstanbul başkanlık binasının binlerce polisin abluka tarafından alınmasından sonra bile CHP’lerin daha iyi maaşlı polis söyleminde bir değişiklik olmadı. CHP’in sunduğu sistem, insanların kendi şikâyetlerini sunabilecekleri yapıyı, uzun bürokratik (’‘vasıflı’’ ve ‘‘liyakatlı’’ bürokratları ordusunun olduğu) bir yapıyla çözme vaadi. Hâlbuki AKP bile tabanına Erdoğan bir mesaj (CİMER) ötenizde duygusunu yaşatabilmekte.

Kitlelere demokratik hak olarak ihbarcılığı tanıyan AKP, bunu kendi içinde bir demokratik hak olarak yansıtabiliyor, bürokratik yapıyı devre dışı bırakarak tabanın kendi işlerini gerektiğinde halledebilmesinin........

© Bianet