Barışı dilerken
Konstantin Kavafis’in Barbarları Beklerken şiirinin bir kaç dizesi iyi bir girizgahtır; diyordu şiirin ustası:
“Nedir bu beklenmedik şaşkınlık,
bu kargaşa?
nasıl da asıldı yüzü herkesin!
neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar,
…
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün…”
Dünyanın her bir yanında Eylül ayının ilk günü barış konuşulur, barış eylemlilikleri yapılır, barışa dair yürüyüşler gündemi tutar ya! İşte, barışa dair biraz da hülyalı yakarışın aslında karşıtı olan savaştan, savaşın o barbar hallerinden söz etmeli sanki!
Irkçılık, cinsiyetçilik, nefret söylemi / dili savaşın, savaşların olmazsa olmazı değil mi? Bir nevi barbarlık yani! Fiili savaş hâli yaşanmıyor olsa da toplumu bir nevi terbiye etme, hizaya getirme hâlinin diğer adı, olası savaşı dillendirme.
İşte bunun aslında somut tezahürü “dil”, hepsi bu. Şiddete hem de en acımasızına meyil eden dil. Eril, ötekileştiren, yok sayan ve yok etmeyi kural kabul eden “kahrolsun…”un üç noktalı yanına her bir kötülüğü; diğerini eklemeyi güncelleyip sokağa taşıyarak kitleselleştiren kindar ve kandar dildir savaşın dili.
Bir musibettir savaş, dünyaya bir çağrı olarak her daim ünlenilen bin nasihatin karşısına dikilen kötülüğün musibetin dilidir savaş.
Savaşların ilkinde ve ikincisinde olduğu gibi artık elde silahla, siperlere yayılarak göğüs göğüse çatışarak cepheden cepheye koşularak kahramanlık ve galibiyet nidaları ile yürütülen devri ardında on milyonlarca ölü bırakarak hayli gerilerde kaldı.
Bugün savaş artık kötücül dilin muktedir eril hükmü üzerinden yürüyor / yürütülüyor.
İşte barış diyeceksek önce o kötü dile karşı bir yeni estetik, zarif dile ihtiyacımız var sanırım.
Size bu satırları farkında iseniz geçtiğimiz 1 Eylül'de değil, bugün 6 Eylül'de yazıyorum. Nedeni şu; bu ülkede bundan tam 70 yıl önce 1955’te iki gün (6-7 eylül) süren ama etki gücü upuzun yıllar sonrasına da yansıyan bir toplu kırım, adeta lokal yok etme hal û vaktini yeniden hatırlatarak yazmak istedim.
Evet bugün o meşum kindar zamanların yıldönümü. Birkaç gün önce şeker ve harçlık verdiği mahalle çocuklarının o gece ebeveynlerinin kışkırtması ile nasıl kapısına dayanıp eşi, çocukları ile birlikte öldürülmeye çalışılan Futbolcu Rum Lefter’in ruhunu şad ederek elbette…
Biz Kürtler barışa kendi anadilimizle “Aşîtî” deriz. Belki Umberto Eco’nun Aşırı Yorum'u gibi olacak ama aşîtî, aş kökünden gelir. “Aş” değirmendir şirin Kürtçe'de. Değirmende öğütülen ise temel besin kaynağı olan buğdaydır. Buğdayın daneli başağı barışa simgedir.
Ve yabani buğday bundan tam onbin yıl evvel Diyarbakır kırsalı Hilar/ Çayönü / Qot ê berçem’de ehlileştirilerek kullanılmış ve o değirmenlerde öğütülmüştür. O değirmenlerin bazalt taşları volkanik karacadağın salgısı, püskürüsü olan lavın ateşinin taşlaşmış hâlidir.
O sebeple biz ateşin taşlaşmış değirmeninde dünyaya kazandırdığımız buğdayın ekmeğiyle konuklarımıza “werin nan bûxin” (gelin ekmek yiyin) diyerek soframızı açarız. Buradan hareketle uzanan barış elini dostluk sofrasına taşımak, iki elin parmakları arasından su misali kayarak yok olup gitmemeli.
Bijî azadî / Bijî aşîtî…
(HA)
Soğuk bir kış günüydü. Onkoloji polikliniğinde kimi hastalara tedavinin olumlu sonuçlarını anlatıyor, birlikte umutlanıyorduk. Kimi hastalarda ise belirsiz geleceğin ağırlığını, tükenen umutları yakınlarına çaresizlik içinde dile getiriyor, onları teselli etmeye çalışıyorduk. O gün, daha önce hikâyesine kısmen aşina olduğum bir hastayı karşılayacaktım. Bir şekilde avukatıyla haberleşmiş, otuz yılı aşan bir mahkumiyetin ardından iki gün önce serbest bırakıldığını öğrenmiştim.
Onun hikâyesi, Türkiye cezaevlerinde sessizce ölüme terk edilen yüzlerce hasta mahpusun ortak hikâyesinden yalnızca biriydi.
Kapıdan içeri girdiğinde, yaşının olgunluğunu taşıyan, dingin ama sözlerinin ağırlığını hissettiren kararlı bir yüz ifadesiyle masama yaklaştı. Elimi sıktı; tanışma ve hal hatır faslının ardından, güven ilişkimizin temeli atıldı. Yaşamının sonuna dek sürecek bu hasta-hekim güveni içinde bana dönerek şunları söyledi:
“Mamoste, ben dışarıya ölmek için değil, yaşamak için çıktım.”
Bu söz, yalnızca bir hastanın değil, cezaevlerinde yıllardır sağlık hakkı ellerinden alınan, geciken tanı ve tedavi nedeniyle ölüme terk edilen yüzlerce mahpusun haykırışıydı.
Bu söz bana bir başka sesi, modern Kürt edebiyatının öncü yazarlarından Mehmed Uzun’u hatırlattı. Edebi yaşamını sürgünde şekillendiren Uzun, roman, deneme ve çeviri çalışmalarıyla Kürt dilinin edebiyat dili olarak gelişmesine büyük katkı sunmuştu.
Mide kanserine yakalandığında İsveçli doktorlar ona yalnızca birkaç hafta ömür biçmiş, palyatif bakım ünitesine göndermeye karar vermişlerdi. O ise 2006 Temmuz’unda radikal bir kararla Diyarbakır’a döndü. Havaalanına indiğinde halkına ve toprağına sarıldı:
— “Diyarbakır hayatımın şehridir. Berxwedan jiyan e (Yaşamak Direnmektir). Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Uzun’un bu sözleri, halkın belleğine yaşamın ve direncin sembolü olarak kazındı. Halkının yoğun sevgisi ve o dönem Amed’de görev yapan meslektaşlarımızın yakın ilgisiyle, sevdiği topraklarda yalnızca birkaç hafta değil, 15 ay daha yaşadı.
Hastamın sözleri de Uzun’un haykırışıyla birleşiyordu: İnsan ölmek için değil, yaşamak için vardır.
Hastamın hikâyesini dinledikçe içimiz burkuldu. Yıllar önce başlayan şikâyetleri –kilo kaybı, iştahsızlık, ağrı– bir tıp öğrencisinin bile kanserden şüphelenmesine yetecek düzeydeydi. Ama cezaevi koşullarında bu ses duyulmamıştı. Defalarca dilekçe vermiş, “tedavi hakkımı istiyorum” diye yazmıştı. Ancak her defasında duvarlara çarpan bir ses olmuştu. Hastalığı ilerlemiş, tedavisi defalarca ötelenmiş, kanser tanısı ise aylarca konulamamıştı.
Üstelik aynı dönemde iki ayrı kansere yakalanmasına rağmen cezaevinden cezaevine sürgün edilmiş, kurul kararlarıyla serbest bırakılmamıştı. Ancak durumu ağırlaştığında, biraz da oluşturulan kamuoyunun baskısı ile serbest bırakıldı. Ne var ki artık çok geçti; hastalık ileri evredeydi.
Bizim çabamızla ancak geç kalınmış bir tanı konulabildi: Sadece bağırsak değil, aynı zamanda mide kanseri de vardı. Mücadelemiz aynı anda iki organın kanseri ile olacaktı. Hastalığın ilerlemiş evresinde, tüm emeklere rağmen, geciken tanının ve cezaevi koşullarında yitirilen zamanın telafisi mümkün değildi. Yakınlarının çırpınışı, onun yaşama direnci ve bizim tıbbi gayretimiz ölümün önüne geçemedi. Bedenine yayılan hastalık, onu birkaç ay içinde aramızdan aldı. Ancak ardında bıraktığı o cümle, demir parmaklıklar ardında çürütülmek ölüme terk edilmek istenen herkesin sesi oldu:
— “Ben ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Bugün hâlâ cezaevlerinde benzer durumda yüzlerce, belki binlerce hasta mahpus var. Aslında anayasal ve yasal yükümlülükleri açıktır: Özgürlüğünden yoksun bırakılan her bireyin yaşamı ve........
© Bianet
