Bağımlılık, kayırmacılık ve dayanışma
Bu yazıyı, yeniarayis.com'dan aldık.
Bireyin özerkleşmesinin “duygusal bağımlılık” gereksinmesini ortadan kaldırmayacağını kabul ettiğimizde, belki de çocukları, yaşlıları, engellileri, kadınları sadece “akraba” olduğu için değil, insan oldukları için destekleyen bir anlayışın yerleşmesi sağlayıp, toplumsal alanda da farklı bir “dayanışma” anlayışını geliştirebiliriz. Bu sayede belki de gerçek anlamda bir sivil toplum anlayışına kavuşabiliriz
Aile Yılı vesilesiyle yazmak istediklerimi bitirmem mümkün değil. Bir önceki yazımda, yeni muhafazakar ailecilik (familialism) akımı hakkındaki bazı bulgulardan söz etmiştim.
Bu yazımda ise, özellikle içinde yaşadığımız dönem için çok önemli olduğunu düşündüğüm ailedeki değişmenin toplumsal ve bireysel etkileri konusundaki bazı araştırma bulgularını sizlere aktarmak isterim. Belki ilerde başka “aile” yazıları da yazabilirim.
Şimdilik, bu yazımda, yirmi yıl kadar önce, aile konusunda İsveçli akademisyenlerle birlikte yaptığımız atölye çalışmasından kısaca söz etmenin yerinde olacağını düşündüm.
Bu çalışmanın sonuçları, 2002 yılında, “Autonomy and Dependence in the Family” (Ailede Özerklik ve Bağımlılık) başlığıyla İstanbul’daki İsveç Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanmıştı.
Kitabın editörleri Rita Lijeström ve Elisabeth Özdalga idi. Oldukça ilginç tartışmaların yapıldığı bu çalışmada birbirinden çok farklı geçmişi ve kültürü olan iki toplumun aile yapıları ve aile yapılarındaki değişimi birkaç oturum boyunca tartışmış ve karşılıklı olarak birbirimizi anlamaya çalışmıştık. Ben de bu tartışmalara Stockholm’e ve İstanbul’a göç etmiş köy kökenli haneler hakkında yaptığım araştırmaların bulgularıyla katkıda bulunmuştum.
Bu toplantılarda ilk dikkatimi çeken nokta Türkiyeli ve İsveçli akademisyenlerin aile içindeki ilişkilerdeki “bağımlılık” ve “özerklik” konusunda yaptıkları farklı vurgulamalardı. Toplantılarda Türkiyeli akademisyenler ailede olmayan “özerkliği”, İsveçli akademisyenler ise ailede kaybolan “bağımlılığı” sorguluyorlardı. O dönemlerde sosyal refah devleti örneği olarak gösterilen İsveç’te aileler ve ailedeki bireyler, özellikle kadınlar, çocuklar ve yaşlılar çok etkin bir sosyal çalışma desteği ile korunuyordu.
Nitekim ben de, 1980’lerde, İsveç’e tesadüfen göç eden Konya-Kululular (ki o yıllarda Tunç Okan’ın “Otobüs” filmine de konu olmuştu), hakkında yaptığım alan araştırması sırasında da bu desteğe bizzat şahit olmuştum.
Benim İsveç’te araştırma yaptığım mahallede çalışan uzmanlar Türkiyeli işçi ailelerine ulaşabilmek için her yolu deniyorlardı.
Çünkü onlar daha çok İsveç toplumundaki ailelerdeki hakim ilişki türü literatürde sözü edilen “modern” tanımına uyan aileleri tanıyorlardı. İsveç’teki aile içi ilişkiler, eğitimin ve sosyal refah devletinin sağladığı hizmetlerin “bağımlılıktan” çıkmış ve özerk bireylerin “dayanışma” ilişkisi haline dönüşmüştü.
Bu bağlamda, İsveçli akademisyenler ve sosyal çalışma uzmanları kendi toplumlarına sonradan katılan köy kökenli göçmenlerin yoğun akrabalık ilişkilerinin anlamını ve sonuçlarını merak ediyorlardı. Türkiyeli uzmanlar için “özerklik”, İsveçli uzmanlar için ise “bağımlılık” iki farklı yaşam biçimi olarak çok ilgi çekici konulardı.
Diğer taraftan Türkiyeli araştırmacılar olarak biz, İsveçli akademisyenlere, İsveç’teki köy kökenli göçmen gruplarında gözlemledikleri aile yapılarının Türkiye’de topluma hakim olan yapısal özellik olmadığını, sosyal değişmenin etkisiyle kentlerde birbirinden çok farklı aile türlerinin ortaya çıktığını anlatmaya çalışmıştık.
Bir bakıma, hem onlar hem bizler için Türkiye’deki köy kökenli ailelerin kır/kent göçü ya da dış göç sırasında karşılaştıkları yeni sorunlarda kan bağına dayanan ilişkilerin rolünü anlamak önemliydi.
Bu bakımdan ailelere kurumsal desteğin olduğu İsveç’le, kurumsal desteğin olmadığı Türkiye’de oluşan yeni aile türleri, yeni aile ilişkileri ve yeni bağımlılık türlerinin tartışılması iki grup için de önemliydi.
Geleneksel ailelerdeki “bağımlılık” hiyerarşik erkek egemen ilişkilerin hakimiyetini ifade eden önemli bir yapısal özellik olduğu bilinir. Bu tür bağımlılık ilişkisinin yarattığı “dayanışma” ilişkileri aynı zamanda “ast/üst” ilişkisi olarak da tezahür eden yaşa ve cinsiyete dayalı üç ilişkisi anlamını taşımaktadır.
Bu ilişkilerdeki otoriterlik, aynı zamanda geleneksel değerlerle sürdürülen yoğun duygusal bağımlılık anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla geleneksel aile ilişkilerindeki bağımlılığın sadece zora değil, aynı zamanda yoğun duygusallığa dayandığını söyleyebiliriz.
Sözünü ettiğim toplantıyla ilgili bütün tartışmaları burada aktarmak istemiyorum. Ancak burada kısaca “aile” kurumundaki değişimin yarattığı, günümüzü de ilgilendiren yeni eğilimlerle ilgili bazı bulgulardan kısaca söz etmek istiyorum. Bu eğilimlerin farkına varmak, belki bir taraftan yeni muhafazakarların, diğer taraftan insan hakları savunucularının karşılıklı olarak atacakları yeni adımlara da ışık tutabilir.
Türkiye’de kentleşmeden söz ederken esas olarak çok radikal bir yapısal değişimin olduğunu algılamamız gerekir.
Bu konuda yapılmış olan araştırmalarda, kente göçenlerin aile ilişkilerini,........
© Bianet
