menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cenneti cehenneme dönüştüren insanlık

25 0
19.09.2025

Belgeselin başında olağanüstü dron çekimleriyle tabiatın güzelliklerine nüfuz ediyoruz.

Muhteşem coğrafyada yemyeşil ovalara, ırmaklara, ormanlara, yumuşacık tepelere ve kayalık dağlara, serbestçe gezinen at sürülerine bakakalıyoruz. Bize kimse buyurgan sesle malumat vermiyor, aksine muhteşem ses yönetimi ve kendini gereken yerlerde duyuran müzik eşliği bizi meditatif ruh haline sokuyor. Bunun sayesinde tabiatın adeta nefes alıp verişini duyuyoruz.

Tanrıların gezegene tepeden bakma mitine uygun olarak boz ayının hiç rahatsız edilmeden göl sularına dalışını, küçük küçük şelalerden müteşekkil derenin eğrelti otlarının arasından şırıl şırıl akışını ve sazlıklarla süslü tertemiz sulak alanlara kavuşmasını, asla bitmesini istemediğimiz bir rüyadaymışçasına izliyoruz.

Karadeniz kıyısındaki kelebekler çiçeklerin arasında uçuşuyor, martılar planörlük yapıyor, geyikler otlanıyor, yavru yaban domuzları kâh aralarında oynaşıyor, kâh anne sütü emiyor, akabinde mışıl mışıl uyumaya hazırlanırken sanki homurdanıyor.

Ormanın içinde küçük de olsa çıplak kalmış alanlara leylekler inmiş, rengârenk atlar huzur içinde otluyor, yabani keçiler herhangi bir tehditle karşılaşma ihtimalleri yokmuşçasına takılıyor. Ormanın derinliklerinde çiftleşmek isteyen erkek geyiğin kulak tırmalayıcı çığlığı bu durumda insana hoş gelebiliyor.

Fakat filmin bu masalsı giriş bölümünün bittiğini, ne yazık ki ilk insan seslerini duyup onları topluca nehir kıyısındaki plajda görünce anlıyoruz. Çok kısa süre sonra da füzeler, bombalar patlamaya başlıyor, ortalık bir anda tozun dumana karıştığı cehennemvari bir manzaraya dönüşüyor.

Adını Slavik tabiat tanrıçasından alan "Divia" belgeseli, şimdiye kadar daha çok savaş mağduru insanları tanıtan Ukrayna mevzulu belgesellerden farklı şekilde bize kurban olarak coğrafyanın tabiatını işaret ediyor.

Karlovy Vary ve Sarajevo film festivallerinde yer almış Ukrayna, Polonya, Hollanda ve ABD ortak yapımı 79 dakikalık belgeselin yönetmeni ve senaryo yazarı Dmytro Hreshko’nun adını ekibiyle birlikte sinematografi ve montaj hanelerinde de görüyoruz. Ses yönetimi açısından dikkat çeken filmin ayrıca müzik hanesinde ödüllü Sam Slater’ın olması esere muhakkak ki değer katıyor.

Lakin belgesel boyunca gümbür gümbür bir senfonik orkestranın empoze ettiği duygu fırtınaları kopuyor sanmayın sakın! Tabiat sekansları ne kadar yumuşak ve mütevazıysa savaş görüntüleri de sansasyonel televizyon haberlerinde yansıtıldığı şekilden uzak ve o yüzden de ziyadesiyle etkileyici. Nasıl ki tabiat isyan edemeyip başına gelenlere sessizce katlanıyorsa, ormanın derinliklerinde unutulmuş bir asker bedeninin kömür rengindeki iskeleti de bize aynı suskun, hüzünlü ve ağırbaşlı tavırla yansıtılıyor. Müzik bazı anlarda sanki savaşın sinsiliğinin temsilcisi haline geliyor; lakin görüntülerle arasındaki armoniye asla ihanet etmiyor, hatta edilgenliğin şiirini yazıyor.

Bu arada bombaların patlayışına, isabet alan tanklara, zifiri karanlığa gömülmüş şehir görüntülerine, zarar görmüş bir baraj ve sularına boğduğu coğrafyanın tufanımsı sekanslarına da şahit oluyoruz.

Ormanlar yanarken dumanlar göğü zaptediyor, geyikler, keçiler can havliyle kaçışıyor. Açık havada neredeyse fosile dönüşmüş bir at bedeninin üstünde yeşil sinekler dolaşıyor. Kameranın uzaktan görüntülediği bir dinamikte yırtıcı kuş unutulmuş bir diğer askerin pörsümüş üniformasını didikliyor.

Arada rüzgârın huzur verici sesini duysak da sanki tabiat artık sessizce hıçkırıyor.

Ortalık zaten paslı askerî mühimmat mezarlığına dönüşmüş vaziyette.

Aralarında patlamamış füzeler ve mayınlar da var. Binalar, evler, köyler yerle bir olmuş, yanmış, terk edilmiş. Ovadaki güzelim köyün bembeyaz kilisesi ağır hasar almış. Bir türlü eve dönmemiş sahibini arayan kedi ürkekçe uzaklaşıyor…

“Tabiat savaşın sessiz bir kurbanı olmamalı” diyor bize fragmanda ince ruhlu yönetmen.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve işgaliyle alakalı onca savaş belgeseliyle kıyaslandığında Divia yine de seyirciye istikballe alakalı ümit veren filmler arasında yer alıyor. Koyaanisqatsi veya Baraka gibi bizi usul usul içine aldıktan sonra normalde belki bakamayacağımız hakikatlerle yüz yüze bırakmasına rağmen ölümüne pesimist bir sinema eserine katlanmak zorunda kalmadığımız kesin.

Neticede bombaların bir süreliğine de olsa sustuğu dönemlerde, tabiattaki dışavurumlar en başta olmak üzere hayatın kendini tekrar toparladığını delilleriyle görüyoruz.

Kömüre dönüşmüş asker iskeletini neredeyse üstünü kapatacak kadar sarmış yemyeşil gür otlar belki de ona olabilecek en huzurlu yatağı sunuyor; ormanın ortasındaki kırlık vaha sanki misafirine layık olduğu ihtiramı gösterip onu özümsemeye başlamış bile...

Terk edilmiş bahçede bir yandan bahar dalları açıyor, biraz ötede paslı füze kalıntısının üzerinde bir uğur, bir de gergedan böceği sanki keşifteler.

Kuğular, ördekler suya hiç de yabancı olmamalarına rağmen baraj sularının taşkın enerjisini garipsemişlerdi; ama muhakkak ki hızla alıştılar.

Savaş bir türlü bitmese de tabiat kendine ait olanı geri almakla meşgul…

Geniş arazilerde mayın taraması yapılıyor, tank, füze enkazları toplanıp toprağın en azından bir süreliğine kendi halinde kalması, dinlenmesi sağlanıyor.

Fosforlu turuncu montunu kuşanmış genç adam bomboş köyde; hayalete dönmüş yıkık hanelerin bahçelerini tek tek yoklayıp elinde koca hazır mama çuvalıyla aç kedileri doyuruyor.

Bombaların açtığı geniş ve derin çukurlarda küçük göller oluşmuş…

Kupkuru balık ölüsünün hemen yanından filizlenen gürbüz menekşe…

Daha mahsul veremeden kurumuş ayçiçekleri tarlasında şimdi capcanlı yeni adaylar…

Manzaraya uyum sağlamakta gecikmeyen süslü divalar, sülünler!

Engin coğrafyanın kısa süreliğine de olsa hâkimi, kara bulutlara meydan okuyan dev gökkuşağı…

(RL/EMK)

İranlı yönetmen Cafer Panahi’nin 2025 yapımı “It Was Just an Accident” filmi, 78. Cannes Film Festivali’nde kazandığı Altın Palmiye (Palme d’Or) ile uluslararası sinema dünyasında büyük yankı uyandırdı.

Trajik bir araba kazasıyla başlayan film, İran’daki muhaliflerin ve siyasi mahpusların yaşadığı baskılara odaklanıyor.

Türkiye prömiyerini dün (17 Eylül) Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde yapan film, İran, Fransa ve Lüksemburg ortak yapımı. Panahi, 2023’te cezaevinden tahliye edilmesinin ardından çektiği ilk filmde, resmî izinler olmadan çalışarak İran rejimini daha sert bir dille eleştiriyor. “It Was Just an Accident”, önceki filmlerindeki toplumsal eleştirilerle paralellik gösterse de, daha çarpıcı ve sert bir hikâye sunuyor.

Film, son olarak dün, 98. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalında Fransa’nın adayı olarak seçildi.

Cafer Panahi’nin sinemaya bakışını ve İranlı sinemacıların yaşadığı zorlukları, filmin kurgusunu üstlenen Amir Etminan ile konuştuk.

Filmin yoğun baskı ve sansür ortamında, İran’da çekildiğini biliyoruz. Bize bu süreci anlatabilir misiniz?

Filmi resmî izinler olmadan çektik. Başka bir sinemacı üzerinden sahte bir izin belgesi aldık ve o tarihleri kullandık. Böylece çekim için bazı........

© Bianet