menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Savaşa alışkınız!”

19 0
11.09.2025

78. Locarno Film Festivali'nde tecrübeli sinemacı Abbas FahdelYaralı Diyardan Hikâyeler (Tales of the wounded land)” adlı belgeseliyle En İyi Yönetmen Ödülü’ne hak kazandı. Ressam eşi Nur Balluk’un adını ise filmin prodüktör hanesinde görüyoruz.

Irak doğumlu Fahdel ile Beyrut’lu Balluk belgeselin Locarno gösteriminden sonra hazır bulundukları soru-cevap seansında, filmin tesirini üstünden hâlâ atamamış seyircilerin suallerine cevap verdiler.

Bombaların çok yakına düştüğü bir savaşta film çekmenin nasıl bir duygu olduğunu soran bir seyirciye Fahdel küstahça değil de, her zamanki mütevazı tavrıyla “savaş’a alışkın” olduklarını söyledi. Elinde kamerayla etrafı görüntülerken işine konsantre olduğunu, kameranın adeta bir dokunulmazlık kalkanı vazifesi gördüğünü aktarıyor; en azından öyle olduğunu varsayıyor.

Kendisi de, eşi de hayatları boyunca muhtelif savaşlara şahit olduklarını, ilk defasında yaşanan şoktan sonra diğerlerine nispeten daha kayıtsız kalabildiklerini aktarıyorlar. Fakat bu defa küçücük kız çocukları Kamelya’nın yanlarında olmasının meseleyi biraz daha komplike bir hale getirdiği muhakkak.

Zaten filmin başlarında, fragmanda da görebileceğiniz muhtelif sekanslarda saf bir benliğin bombaların patlamasına, sokağı veya evini sarstığı kadar bedenini sarsmasına reaksiyon gösterdiği anlar filmin en etkileyici dakikaları.

Bir diğer seyirci Balluk’a savaşın kasveti göz önüne alındığında kamera karşısında olmaktan rahatsızlık duyup duymadığını soruyor, Balluk daha önce barış döneminde eşiyle çektikleri filmde daha fazla zorlandığını, esas mesele savaş olunca kameranın onu takip etmesinin ikinci plana düştüğünü anlatıyor. Fakat kamera karşısında ve gündelik hayatta mümkün olduğunca güçlü görünmeye çalıştığını, bunun geniş bir coğrafyada insanların imkânsızlıklara rağmen daima tercih ettiği bir davranış biçimi olduğunu sözlerine ekliyor.

Filmin en başında ve sonunda bizi ekrana kilitleyen sekanslarda ise İsrail bombalarının yerle bir ettiği bir yerleşim merkezinde, beton yığınlarının arasında ilerleyen cenaze alayını takip ediyoruz. Sanki bir Yunan tragedyasına şahit oluyor, metanetin ehemmiyetini hissettiğimiz bir yoğunluğa dalıyoruz.

Siyahlar giyinmiş yüzlerce insan ve onlarca cenaze arabasından müteşekkil, ejderhayı andıran upuzun korteji havadan izlemek yalnız boyutunu anlamak için değil, insanların duygu derinliğini hissetmek için de ideal bir bakış açısı sunuyor.

Ne de olsa tecrübeli sinemacı Fahdel ucuz duygu sömürülerinden itinayla kaçınıyor, ölüm karşısında ağlayan insanları kadrajına almamaya ziyadesiyle dikkat ediyor, haber programlarında bolca görülen “pornografik” şiddet yansımalarından uzak duruyor.

Fahdel’in normalde kullanmaktan hoşlanmadığı, insansız hava aracına monte edilmiş kamerayla çekimlerin ender bulunabilecek seviyede isabetli olduğunda filmi seyredenlerin tümü hemfikir.

Sinemanın seyirciyi enayi yerine koymaması gerektiğini, yönetmenin insan hislerini kolayca tetikleyecek tuzaklar kurmamasının mühim olduğunu söylüyor; bilhassa dramatik müziğin gazıyla “Burada ağlayın!” veya “Burada gülün!” gibi ticari numaralara asla prim vermediğini eserlerinden de anlayabiliyoruz.

Irak savaşındaki şahsi tecrübesinden yola çıkarak sıradan insanların gündelik yaşamlarında hangi dinamiklere maruz kaldığını aktarmak halen Fahdel’in üstlendiği esas misyonun ta kendisi. Medyadan yansıtıldığı şekilde, Irak savaşı Saddam ile Bush arasında bir satranç oyunu değildi; dolayısıyla........

© Bianet