“Barış” ve üniversitelilerin toplumsal sorumluluğu
Yazının en sonunda yer alabilecek paragrafla başlamak istiyorum: Daniel de Feo, “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem alçaktır,” diye tanımlamış. Bütünüyle katılıyorum. Savaş karşıtlığı, “barış” talebi ve “barış” için taraf olmak, mücadele etmek 21. yüzyılda insanın “insan” olabilmesi, “insan” kalabilmesi için zorunluluk oldu. Ben de dostlarım da “insan kalabilmeliyiz”!
Haziran 2015 genel seçimlerine hükümet olarak giren AKP, sadece oy değil, aynı zamanda tek başına hükümet olma olasılığını da kaybetmişti. Aynı seçimde demokratik, sosyalist muhalefetin neredeyse tamamının açık desteğini alan HDP ise yüzde 10 seçim barajını aşarak, üçüncü büyük parti olarak TBMM’ye girdi. Yaşanan bu “sürprizlerin” hemen sonrasında, haziran-aralık döneminde, ülke genelinde yaşam hakkı ihlalleri sıradanlaştı. Başta Kürt illerinde olmak üzere, Ankara ve İstanbul’da uzun namlulu silahlarla doğrudan hedef alarak ve bombalarla çocuk, yaşlı, kadın demeden gerçekleştirilen yüzlerce ölüm ve 10 Ekim’de Anakara Garı’ndaki gibi toplu katliamlar yaşandı. Daha önce görülmeyen sıklıkta ve vahametteki bu kanlı olaylarla yaratılan toplumsal kaygı ve korkunun egemenliği altında iktidar dışında hemen herkes sessizleştirildi.
Ölüm sessizliği yaratılan Türkiye’de neredeyse tümü akademisyen, büyük çoğunluğu üniversiteli 1128 kişi, bütün bu yaşananlara itirazı dile getiren “Bu Suça Ortak Olmayacağız- Em ê nebin hevparên vî sûcî!” başlıklı metni 11 Ocak 2016’da kamuoyuna okuyarak sessizliğe son verdi. Hemen sonrasında imzacı sayısı 2212’ye ulaştı ve metne imza atanlar, bir süre sonra “Barış Akademisyeni” olarak adlandırıldılar. Öyle de kaldılar.
Bu imzadan sonra birçoğunun yaşamı tahmin etmedikleri biçimde değişti. Çünkü imzalar bahane edilerek, en son 12 Eylül asker darbesi döneminde gerçekleştirilen, üniversitelerden kitlesel tasfiye ve üniversitenin yeniden yapılandırılması süreci de başlatılmış oldu. 15 Temmuz 2016’daki “asker kalkışması”nı bahane ederek “anayasa darbesi” gerçekleştiren hükümet, çok kısa sürede olağanüstü hâl ilan etti. Ve yasama işlevini TBMM’den devralarak ülkeyi tek başına yönetir oldu. Olağanüstü hâl uygulamasıyla birlikte kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) üniversitelerinden atılma, idare mahkemelerine başvurularının engellenmesi-beş yıl süreyle ertelenmesi, pasaport iptali, ağır ceza mahkemelerinde yargılanma, işsizlik, yurt dışına göçme zorunluluğu vb. daha birçok zorluk yaşandı. Barış Akademisyenleri topluca “savaşa hayır” dedikten bugüne kadar geçen dokuz yılı aşkın süredir sözlerinin-imzalarının arkasında durdular.
Bugünün Türkiyesi’ndeyse bir süredir “barış” konuşuluyor. Ekim 2024 tarihinde TBMM’de “siyasi tokalaşma” ile görünür hale gelen süreç öncekilerden önemli farklılıklar taşıyor. Başlangıcından beri TBMM’de temsil edilen siyasi partilerin tümünün sürece bir şekilde dahil olabilmesi için özel çaba gösterildi ve değişik boyutlarda ve farklılıklarıyla da olsa yer aldılar. Diğerlerinden farklı olarak DEM Parti, süreç TBMM aşamasına geçene kadar “kolaylaştırıcı rolü” üstlendi. Temmuz 2025’te TBMM Başkanı’nın çağrısıyla bir Komisyon oluşturuldu. Konu artık TBMM’de konuşuluyor, “barışın” sağlanabilmesi için hazırlıklar yapılıyor. Yol yürünüyor.
Buna karşın, geniş toplum kesimleri “sessiz-içine konuşuyor”. Neredeyse kimsenin sesi duyulmuyor. Bu sessizlik tabii ki 2015’te bizzat iktidar tarafından yaratılmış olanla karşılaştırılabilir değil. Farklı nedenlerle ortaya çıkmış durumda ve farklı özelliklere sahip. Bu öyle bir sessizlik ki bazı bazı arı kovanındaki sese benzer sesler duyuluyor. Ancak anlaşılır olmuyor. Üniversitelerden, üniversitelilerin neredeyse tamamından kolektif olarak herhangi bir “ses” yok. Bugüne kadar sadece “çatışma çözümü çalışanlar” ile siyaset bilimcilerden ve uluslararası ilişkilerden birkaç akademisyen mikrofon uzatıldığında ya da söyleşi için soru sorulduğunda yanıt veriyor. Genellikle bugünün Türkiye siyasetinin en ön sıradaki gündemi olan “barış”a ilişkin sözü getirebilenlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor.
Bu yılki 1 Eylül Dünya Barış Günü kutlamalarına yalnızca beş gün kaldı. Üniversiteliler yıllar öncesinde dile getirdikleri “savaş karşıtlığı”nı, halen “barış talebine” dönüş(e)mediler. Oysa, barış talep etmek yalnızca silahların susması değil elbette. Dar haliyle bile yaşam hakkı ihlaline son verilmesi gibi var olabilmenin en temel hakkının sağlanmasını içeriyor.
Barışın kalıcı olması, düşük yoğunluklu savaşın tamamen sonlanarak taraflarının bundan sonraki hayatının düzenlenmesini sağlayabileceği gibi, iktidar tarafından “terör” gerekçe gösterilerek olağanlaştırılan Anayasa ihlalleri, yasaların ve bunlara bağlı mevzuatın “muhalif” yurttaşlar için sistematik bir biçimde uygulanmaması ya da aleyhinde uygulanması, sandık sonuçlarını yok sayan fütursuz uygulamalar vb. literatürde “haydut devlet” uygulamaları olarak adlandırılan faaliyetleri de sonlandırabilecektir. Bu satırlara oldukça sınırlı sayıda taşıdığımız toplumsal yaşantı için “can alıcı” başlıklar üniversitelilerin ilgi ve alakasına mahzar olmayı hak ediyor. Yanı sıra, barış müzakerelerinin bir tarafı olarak Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’ın sürece dair kamuoyuna yönelik ve/veya kamuoyuna da duyurulan farklı içeriklere sahip açıklama ve değerlendirmeleri de benzer bir ilgiyi bekliyor.
Yukarıda sıraladıklarımızla birlikte “barış” süreciyle ilgili başlıkların hemen hemen istisnasız tümünün bilimsel yöntem kullanılarak bilimsel bilgi, tarihsel ve siyasal deneyimin eleğinden geçirilmesi gerekiyor. Günümüz koşularında böylesi bir gereksinim elbette üniversiteliler tarafından gerçekleştirilebilir.
Bununla birlikte, gelişmeleri izlediğimizde “barış” sürecinin neredeyse tümüyle siyaset kurumunun inisiyatifine bırakıldığını görüyoruz. Oysa, üSüreci bilim insanı titizliğiyle izlemenin yanı sıra, toplumla doğrudan paylaşılan önerilerde de bulunulması, yeri geldiğinde de bu önerilerde toplumla birlikte ısrar edilmesi gerekebilir. Dünya ve ülke örneklerini anımsadığımızda üniversitelilerin böylesi bir tutumunun hem süreci yürüten siyasilere hem de izleyen topluma olumlu katkı sunmuş olduğu görülecektir.
Düşük yoğunluklu savaşın sonlandırılmasına, “barış”a bu kadar yaklaşmışken, bunca söz ve uygulama ortadayken bunları değerlendirip, tartışan; yalnızca olumlayarak değil; eksiklerini, hatalarını ortaya koyup kendi değerlendirmelerini, reddiyelerini de sunup, tartışmaya açan üniversiteleri, üniversitelileri duyamıyoruz, göremiyoruz. “Yaşananlar sahici değil, değerlendirmeye, tartışmaya değer herhangi bir şey yok!” diyebilecek herhangi bir üniversitelinin olacağını düşünemiyorum. Çünkü en azından “bunların tümü sanal” ya da “değerlendirdi(m)k ancak bunlar hiçbir işe yaramaz, bunlarla barışa ulaşılmaz”, “bu konudaki tarihsel deneyimlerini, bilimsel bilgiyi görmezden gelen bir içeriğe sahip” vb. bir açıklama da yapılmadı. Öyleyse bu “suskunluk” neden?
Robert K. Morten’in yıllar öncesinde tanımladığı gibi, “Bilim toplumsal bir kurumdur.” Doğal olarak toplumsal sorumluluğu, bilimi, toplumsal kurum yapar. Bilimsel bilginin de üretildiği mekân ve oradaki bilimciler olarak üniversitelilerin de böylesi bir sorumluluğu doğası gereği mevcuttur. Söz konusu mevcudiyetin yerine getirilmesiyle üniversite olunabiliyorsa eğer bekleme hakkımız var: Türkiye’nin üniversitelileri toplumun en öncelikli güncel konularından bir tanesi olan “barış” için ne(ler) düşünüyor? Üniversiteliler “ses vermeli” ki toplum da ses verebilsin.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)
Hatırlarsınız, Konya’da Dedeoğulları katliamı olduğunda peşi sıra açıklamalar yapılmış ve “Kürt olmaları ile ilgili değil” denmişti. Deniz Poyraz’ın katledilmesinde de benzer şeyler yaşanmıştı, hakeza Amedspor’a dair konularda da. Çok uzağa da gitsek yakına da baksak Kürtler şahsında yapılan her ırkçı, şoven, aşağılık eylemin akabinde “inkâr” retoriği devreye girer ve çok geçmeden de kolektif bir destek bulur. En son örneği bir profesörün Kürtleri aşağılayarak topyekûn yok etme çağrısı geldi. Devamında da İlber Ortaylı’nın 1925 ruhunu çağıran iskân politikası fantezileri ortalığa saçıldı.
Aslında bu durum yaygın. Özellikle 1 Ekim’de başlayan çözüm ve barış sürecinin geldiği aşamaya paralel olarak, Kürtlere ağır hakaret ve nefretin fragmanları çok daha kamusal bir hal aldı. Kürt nefreti, örtük biçimlere ihtiyaç duymadan aleni şekilde performe ediliyor.
Şunun altını çizerek ilerleyelim: “Varlığı tartışmalı olana, hayatı tartışmalı muamelesi yapılır.”
Bu şaşmaz bir kuraldır ve Kürtlerin varlığını tartışma konusu yapmak bir tercihtir. İmha ve inkâr birbirine sıkı........
© Bianet
