Kanada edebiyatına sığınmak (1)
1997 yazının sonlarında uçağım Vancouver havaalanına alçaldığında, pistin ötesine bakıp şaşırmıştım: Dışarıda beklediğim o canlı, doygun kuzey yeşili yerine, sadece o yaza mahsus, altın sarısına çalan bir örtü vardı. Bu taze serin yaz havası ve havalimanının turkuaz halısı, “hoş geldiniz” der gibi ortalığa yayılmış̧ taze kahve kokusu, kitapçılarda dizili rengarenk kitaplar Vancouver’daki ilk izlenimimi etkileyen anlardı.
Avrupa’dan benimle uçan Kanadalı hokey takımının neredeyse her üyesi, 10 saatlik uçuş̧ boyunca ellerinde birer kitap tutuyordu. Tabii o zamanlar cep telefonları yoktu. Yol boyunca kitap konuştuk, birbirimize kitaplar önerdik. Kanada edebiyatının, muhteşem kadın dörtlüsü̈ diyebileceğim Margaret Lawrence, Alice Munro, Carol Shields ve Margaret Atwood’un ötesine gittiğini görmek beni çok şaşırtmıştı.
1990’larda ülke ülke dolaşırken, bu dörtlünün kitaplarını kitapçılarda gördüğümü hatırlamıyorum; fakat Kanada’ya gelmeden önce karşılaştığım öğretmen arkadaşlarım sayesinde onları okumuştum. Bu kadın yazarlar, kırsal ve kentsel Kanada’daki cinsiyet rolleri, yalnızlaşma, güç ve kontrol, kimlik, feminizm gibi konuları ele alan modern Kanada Edebiyatının önemli öncüleri sayılırlar.
Modern Kanada Edebiyatı ile özdeşleşmiş olan Margaret Atwood, birkaç cümleyle anlatılacak bir yazar değil ama ince bir ironi kullanarak toplumsal ve politik konuları ele alırken devamlı gerçeklik ile kurgu arasındaki sınırları sorgulayan, düşündürücü, özgün, keskin ve sade bir yazı dili kullanır. Yalın dilinden dolayı kolayca okunan bir yazar.
Ona ait tavsiye etmeyeceğim tek bir kitap ve öykü neredeyse yok. Benim favorim, Kedi Gözü adındaki romanı çok tipik bir Atwood yapıtı değil ve pek popüler olmayan bu kitap. Bu yüzden Atwood okumaya en çok satan Damızlık Kızın Öyküsü ile başlayın. Bu kitap ve daha sonra yazdığı Antilop ve Flurya, distopik özellikleri nedeniyle diğer kitaplarından biraz farklıdır. Distopik genç̧ roman akımı sayesinde, Margaret Atwood’u lise öğrencileri bile bir ara okudu.
Kısa öyküler kraliçesi, Alice Munro, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, kısa öykücülerin roman yazarları gibi aynı derecede tanınmayı ve saygı görmeyi hak ettiğini düşündüğüm için, çok heyecanlanmıştım. Birçok insan Atwood’un bu ödülü daha çok hak ettiğini düşündu. Haklılardır belki de! Ancak, Atwood ve Carol Shields gibi, Munro'nun olağanüstü yazarlık yeteneği, sıradan ve tekdüze görünen kırsal Kanada yaşam öykülerini bir anda derinlikli, etkileyici edebiyat eserlerine dönüştürüyor. Alice Munro’nun eserleri, ancak Nobel Ödülü’nü kazandıktan sonra, 2013 yılında Türkiye kitapçılarına girdi. Alice Munro, uzun yıllar boyunca Kanada okurlarının sevgilisiydi. Ancak geçen yıl, kızı ve ikinci eşiyle ilgili ortaya çıkan taciz iddiaları nedeniyle, kızını koruyamadığı yönündeki eleştiriler ölümünden bir yıl sonra Munro'nun itibarı üzerinde derin bir gölge bıraktı. Carol Shields’ın yazma dili diğerlerine nazaran sıradan okuyucu için zor anlaşılabilir, fakat The Republic of Love adlı yapıtı hızlı ve kolay okunan bir kitaptır. O kitapla başlanılabilir.
Kanada’ya gelmemin tek amacı, bir yıl boyunca dağlarda yürüyüş yapmaktı. Kaçkarlar’da, Colorado’nun Rocky Dağları’nda ve Alpler’de yürüyüş ve kampların tadına doyamamıştım; bu kez o yüce Kanada dağlarını keşfetmek istedim. Ancak bunun mevsimle sınırlı olduğunu fark edince British Columbia üniversitesinde bir lisansüstü̈ programa kayıt oldum.. Üniversiteye yakın eski bir evin bodrum katında bir oda kiraladım. Greenpeace'in kurulduğu evmiş̧ burası! Ev sahibem, odama “attığı” kitaplar için mahcup bir şekilde özür dilerken, ben, çoğunlukla modern Kanada Edebiyatı hazineleri olan bu kitapları bir lütuf gibi kabul ettim. O andan itibaren ev sahibemle aramızda sessiz bir okuma arkadaşlığı doğdu. Kış aylarında her hafta sonu sabahı bodrum katındaki eski model soba etrafında kahve içip kitap konuştuk.
İlk Greenpeace protokollerinin imzalandığı masada tezimi yazdım. Margaret Lawrence’ı ve Michael Ondaatje’nin epik romanı İngiliz Hasta’yı bu masada okudum. Odamdaki kitaplığın içinde, maalesef hiç okuyamadığım ve hâlâ “okunacaklar” listemde yer alan Robertson Davies ve Thomas King gibi Kanadalı erkek ustaların romanları da vardı.
O zamanlar, henüz tekelleşmiş zincir kitapçılar ve Amazon hayatımıza girmemişken, Vancouver’da birçok bağımsız kitapçı vardı. Raflar ve vitrinler, adlarını ilk kez duyduğum, gizemli bir çekiciliğe sahip, yepyeni yazarlarla doluydu.
Şehre yeni ayak bastığım o ilk gurbet aylarında, içimdeki özlem ve arayışı yatıştıran kitaplar, beyaz yazarlardan ziyade, tıpkı benim gibi yeni bir coğrafyada tutunmaya çalışan göçmen yazarların kaleminden çıkan eserlerdi. Başka yerlerde yaşamanın, ait olamamanın, yeniden kök salmanın hikâyeleriydi bunlar. Bu göçmen yazarlar o dönemi sevgiyle ve içten bir hasretle anmamın en güçlü nedenlerinden biri oldu. Kanada’ya yeni göç etmiş olan, başka yerlerde yaşama deneyimini ele alan yazarları, özellikle Anita Badami, Rohinton Mistry, Shyam Selvadurai, M.G. Vassanji ve Shani Motoo gibi Tamil, Gujarat/Dogu Afrika, Trinidad kökenli Kanadalı romancıları okumaya başladım.
Bu yazarlar, Kanadalı olmayan ancak Hint kökenli Salman Rushdi, Kiran Desai, Arundhati Roy gibi dünyanın en olağanüstü yazarlarını da tanımamı sağladı. Hindistan'daki kast sisteminin acımasızlığı, adaletsizlik, yoksulluk, çocuk işçiliği gibi konuları işleyen bu hikayelere, belki de doğup büyüdüğüm Güney Anadolu’nun kırsal yaşamında benzer deneyimlere tanıklık ettiğimden olacak, büyük ilgi duydum. Bu dehşet verici hikayelerde umut, çölde parlayan bir serap gibiydi. Hikayeler ilerledikçe, zavallılıklar içinde mücadele eden kahramanlar da dostunuz oluyordu.
Bunlardan benim için en unutulmaz hikayeler, hiç şüphesiz Rohinton Mistry’nin İnce Bir Denge ve Shani Mootoo’nun henüz Türkçeye çevrilmemiş Cereus Blooms at Night adlı eserleriydi. Okurken, yaşattıkları acı biraz olsun hafiflesin diye bu hikayelerin tamamen kurgu olduğunu kendime hatırlatırdım. Mootoo’nun romanında okuyucu olarak umudumuz defalarca paramparça ediliyor ama sonuna kadar vazgeçmiyoruz.
Bu iki trajik romanı çok sevdiğim Kanadalı bir aile ile Vancouver’in yüksek zirvelerinden biri olan Garibaldi Dağı’nda beş günlük kamp süresince turkuaz göl kenarında okuduk. Öykünün yaşattığı üzüntüyü hafifletmek için buz gölüne atladığımızı hatırlıyorum.
Ince Bir Denge ilk basıldığı zaman kafelerde, otobüslerde herkesin elindeydi; yıllarca da öyle kaldı. Hatta aynı bölümde eğitim aldığım sonradan başbakan olan Justin Trudeau’nun elinde bile bu kitabın olduğunu hatırlıyorum. O eğitim alanında lisansını tamamlarken, ben yüksek lisans derecemi bitiriyordum. Bu çok uzun, yürekleri sızlatan hikâye, ufacık bir şans ve umuttan yoksun dört kasvetli hikâye kahramanının etrafında dönüyor.
Kahramanların karşılaştığı ayrımcılık, dehşet, birçok talihsiz olay, işlerin onlar için asla yolunda gitmemesi sizi üzüntüye boğacak ancak yine de kitabı elinizden bırakamayacaksınız, çünkü bu dört kişiyi bir araya getirenin tam da bu talihsizlikler olduğunu göreceksiniz. Mistry birkaç kitap daha yazdı ama ne yazık ki hiçbiri İnce Bir Denge kadar etkileyici olmadı.
Hint kökenli edebiyata olan hayranlığım, 1998 yazında, Sih arkadaşım Rashmi ve İskoç kocası beni Vancouver’ın tütsü kokan, hippi ve bohem caddesi Drive üstündeki evlerinde ağırladıklarında daha da arttı. Haftalarca yanında kaldığım basit, organik ve doğal bir yaşam süren bu çiftin uyumu, romantizmi ve olağanüstü misafirperverliği; çömlek kupalardaki sütlü çayın buğusu, Rashmi’nin nefis Hint yemekleri ve çivit mavisine boyanmış şal desenli çarşaflar arasında okuduğum Hint romanlarının doku ve kokularıyla iç içe geçmişti.
Anita Badami'yi o evde buldum. Bir anne ve kızının portresini çizen Hint demiryolu kolonilerinde geçen muhteşem romanı Tamarind Mem'i o evde ve Drive üzerindeki meşhur kafelerde okudum. Yıllar sonra Badami’nin Hero’s Walk adında sıradan insanların kahramanlığını anlatan kitabına da hayran kalmıştım. Aradan 25 yıl geçti ve Rashmi ve ben hala doğum günlerimizde birbirimize ikinci el kitap hediye ederiz.
1998 yazı biterken, Vancouver'daki yılımın sonuna doğru, kitapçılarda Ann-Marie MacDonald’ın Nova Scotia'da küçük bir kasaba ailesinin hikayesini anlattığı Fall on Your Knees ve Michael Ondaatje'nin İngiliz Hasta’sı, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı'sı yan yana sergileniyordu. Bu kitapları satın aldım, bavuluma koydum ve yine öğretmenlik için Tanzanya’ya doğru yola çıktım. Tesadüfen M. J. Vassanji'nin bir kitabını da yanıma almıştım. Onun kim olduğunu ve Dar es Salaam'da yaşadığını, oraya gidene kadar bilmiyordum.
Dar es Salaam'daki okulumun bulunduğu sokak, Vassanji’nin The Uhuru Street adlı kısa öykü kitabına da ismini vermişti. Kitap, Tanzanya'nın bağımsızlığına giden süreçte, Doğu Afrika’daki Hintlilerin yaşamlarını tasvir eden kısa öykülerden oluşuyor. Bu öyküler, Tanzanya’daki öğrencilerimin büyük bir kısmının Hindistan kökenli Gujarat olması nedeniyle benim için özellikle anlamlıydı.
Tanzanya'dan sonra birkaç ülkede daha çalıştım, ancak 1998 ve 2004 yılları arasında her yaz arkadaşlarımı ziyaret etmek için Vancouver’a geri döndüm. 2004 yılında bu ülkeye yerleşmek için geldiğimde, insanlar hâlâ o muhteşem roman İnce Bir Denge'yi okuyordu.
Tanzanya, özellikle de Zanzibar, bildiğim her şeyden bambaşka, adeta büyülü bir dünyaydı. Orada, ‘muzungu', yani bir beyaz ya da Avrupalı, olarak görülüyordum. Yerli halk AIDS, sıtma ve kolera gibi ağır hastalıklarla mücadele ederken, ben okul çıkışlarında teknelerde, plajlarda ve yat kulüplerinde diğer muzungular ile vakit geçiriyordum. Bu derin suçluluk duygusu önce içimi kemirdi. Ancak zamanla, dünyanın en büyük yardım kuruluşlarında çalışan insanlarla tanıştım. Oxfam dışında hiçbirinin Afrika’ya gerçekten yardım etmediğini bizzat gördüm. Bunun yeni bir sömürgecilik biçimi olduğunu okuyarak değil, yaşayarak ve görerek öğrendim.
Batıda yardım için toplanan paraların büyük bölümü, ne yazık ki, bölgede çalışanların masraflarına; hatta lüks yaşam tarzlarına, çocuklarının özel okul ücretlerine gidiyordu. Bir öğretmen olarak gerçekte en anlamlı yardımı, o ünlü ve ayrıcalıklı okulda, Tanzanya’daki zengin ailelerin (çoğu Gujarat kökenli) ve yardım kuruluşları ile elçilik çalışanlarının çocuklarına eleştirel düşünmeyi öğreterek bizim gibi öğretmenlerin yaptığını düşünmeye başlamıştım. Öğretmen arkadaşım ile birlikte, Shakespeare’in değerini yadsımadan onu bir süreliğine rafa kaldırdık. Güney Afrika’ya düzenlemeyi planladığımız bir eğitim gezisi üzerine, öğrencilerimizle önce Alan Paton’un 'Ağla Sevgili Yurdum’u, ardından Toni Morrison’ın bir romanını okuduk.
Özellikle Gujarat kökenli Tanzanyalı öğrencilerimizin çoğu, klimalı ciplerle yalnızca ev ve okul arasında gidip geliyor, dışarıdaki dünyayla neredeyse hiç temas kurmuyordu. Bu yüzden Tanzanya’yı, dünyanın en zengin ve konforlu ülkelerinden biri sanıyorlardı.
Büyük yardım kuruluşlarının çocukları olan 15-17 yaşlarındaki Amerikalı, Belçikalı, Hollandalı öğrencilerimi iki öğretmen ve yerli rehber ve taşıyıcı eşliğinde Kilimanjaro’ya götürdüm. Yol boyunca ve zirvede Afrika’daki yeni sömürgecilik biçimlerini konuştuk. Kilimanjaro’nun zirvesinden gerçeği sanki daha yakından gördük.
Tatillerimde Zimbabve ve Zambia arasındaki Viktorya şelalelerine yakın bir kampta tek başıma çadırda kaldığım günlerde herkesin ısrarla önerdiği ve filmden dolayı tekrar gündeme gelen Benim Afrikam (Out of Africa) adli kitabı nihayet okuma fırsatı buldum. Benim Afrikam Türkçeye çevrildi mi bilmiyorum ama Türkiye seyircisi bu hatıra romanını pek çok ödül alan filmden tanıyordur. Zanzibar ve Tanzanya’nın plajlarında bir araya geldiğimiz muzungu kitap kulübümüzde, bu kitabı büyük bir hararetle tartıştığımız günler hâlâ aklımda. O romantik öyküyü sevmiş olsam da eleştirdiğim pek çok yönü vardı. Özellikle Kenya’daki sömürge yaşamının romantize edilmesi ve zaman zaman, Afrikalı karakterlerin yüzeysel ve ırkçı biçimde betimlenmesi ve beyaz başkahramanın bakış açısıyla şekillendiği için, sömürgeciliğin karmaşıklığını ve Afrikalı halkların deneyimlerini çoğu zaman göz ardı etmesi beni fazlasıyla rahatsız etmişti.
Maalesef muzungu arkadaşlarım benimle ayni düşünce de değildi. Hatta, gözümden kaçmadı, o roman ve film kahramanları gibi giyinip öyküye benzer bir yasam sürmeye çalıştılar. O görkemli Serengeti hayvan parkını ziyaret etmemek olmazdı tabi ki ama orada kendimi gereksiz buldum. Burası gerçekten Hayvanlar Krallığıydı. İnsanlar fazlaydı. Ve bu krallığın başı aslanları görmek için herkes can atıyordu. Serengeti’ye birkaç kere ciple gittik ve bir defasında bir fil yolumuza park ettiği için 5 saat boyunca kımıldayamadık. İste o 5 saat içinde yine Gujarat kökenli Kanadalı yazar Vassanji'nin "No New Land" adlı eserini okudum. Roman Kanada'da yaşamaya çalışan göçmen bir ailenin mücadelesine odaklanıyor ama her fil resmi gördüğümde aklıma bu kitap gelir.
Başkent olmasına rağmen o zamanlar oldukça kırsal olan Dar es Salaam’da, sürekli sıtmalı sivrisineklerden ve zehirli yılanlardan korunmaya çalışarak yaşamak beni yormuştu. Bu yüzden bir sonraki is için kendime tropiklerin kuzeyinde bir ülke aradım. Müzik, kültür ve eğlenceyle dolu İstanbul'u o güne dek ne görmüş ne de yaşamıştım. İlk kez bu şehri keşfetmek ve tadına varmak için özel bir okulda öğretmenlik teklifini kabul ettim. Cibinlik altında yatmak öyle bir alışkanlık yapmıştı ki İstanbul’da cibinliksiz ilk iki hafta uyuyamadığımı hatırlıyorum. Ondan sonra büyük deprem oldu. Bu sefer deprem korkusundan dolayı uyuyamadım. Maslak’taki okulumda öğretmenliğe başlamak yerine ben ve öğretmen arkadaşlarım kendimizi Yalova’da İngiliz itfaiyesine yardım ederken bulduk.
Depremden birkaç gün sonra, Yalova'da bir çadırda Kanada’nın yeni cevheri Anne Michaels'ın Türkçeye Bölük Pörçük Yaşamlar diye çevrilen Fugitive Pieces adındaki romanı okuduğumu hatırlıyorum. Deprem zamanı olduğu için midir? Ben olsam kitabın adını Uçuşan Parçalar diye çevirirdim. Kitap, yaralar, uçuşan parçacıklar, yıkıntılar, kayıp ve ölümle dolu bir ağıt. Fugitive Pieces, bir roman biçiminde olsa da yavaşça okunup keyfi çıkarılması gereken devasa bir şiir adeta. Ben de öyle yaptım ve........
© Bianet
