menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Doğu’nun Limanları: ‘İsyan’ın, değişen sınırların, değişmeyen kaderlerin romanı

11 0
28.06.2025

Yıllar önce okunan bir kitabı yeniden okuduğunuzda, bazı şeylerin şekil değiştirmesine rağmen varlığını hep koruması ilginç geliyor insana. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüne inanıyorsunuz. Dünya bir yandan hızla değişiyor; bazı konular ise inatla sorun olmaya devam ediyor. Sınırlar değişirken, insanların kaderine hep göç, sürgün, savaş, çatışma, ölüm, ayrılık, özlem, gözyaşı düşüyor.

Bunları düşünmek için dünya gündemini takip etmem yeterliydi, ancak yeni taşındığım evde kitaplığımı düzenlerken yan yana sıraladığım Amin Maalouf romanları kederimi tetikledi.

Gençliğimde Semerkant romanı ile tanıdığım, sonra da epey bir romanını okuduğum Amin Maalouf, kitaplarının çoğunda okurunu bir zamanlar çok kültürlü ve kozmopolit olan, elbette her zaman hassas dengelere sahip Doğu Akdeniz’e götürür, tarihin arka odalarında dolaştırır.

Okuduğum kitapları arasında Semerkant’tan sonra sanırım en çok Doğu’dan Uzakta’yı sevmiştim. Gençliklerinin en güzel dönemlerini birlikte geçiren, ancak iç savaştan sonra farklı yerlere savrulan ve bambaşka insanlar olan eski arkadaşların, içlerinden ilk ölenin cenazesi için tekrar ülkelerinde buluşmasından çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bir zamanlar aynı şeylere gülen, üzülen arkadaşların bir iç savaşın ardından hem fiziken hem de zihnen birbirlerine çok uzak insanlara dönüşmesi, iç burkan bir hikâye…

Ancak yazmak için Doğu’nun Limanları’nı (orijinal adı; Les Ports du Levant) seçtim. Çünkü yıllar yıllar önce bu romanı okurken yeterince hakkını vermemiş olduğumu fark ettim.

Sanırım o yıllarda beni en çok etkileyen, içindeki aşk hikâyesi olmuştu. Farklı kökenlerden gelen iki insanın birbirlerine duydukları sevgiye karşın, kendileri dışında gelişen olaylar yüzünden ayrı ayrı yaşlanmak durumunda kalmalarını hâlâ çok üzücü buluyorum.

“Aşk ilk günkü gibi kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse. Hayat, insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir.”

Bu cümleyi okuduğumda tanıdık bir hisle hüzünleniyorum yine… Romandaki aşıklar gibi yarım kalan bir aşkın burukluğu hâlâ içimde. Ancak romanın bundan çok daha fazlasını anlattığını da bugünkü aklımla daha net kavrayabiliyorum. Aşk acısı bir sonuç çünkü bu hikayede, diğer tüm acılar gibi.

Yazarın 1996 yılında yazdığı, Yapı Kredi Yayınları’ndan Saadet Özen çevirisiyle yayımlanan kitabı ikinci okuyuşumda bir gecede bitirdim; bu hızlı okumanın ilkinden çok daha farklı, çok daha yoğun olduğunu söylemeliyim. İsyan’ın ve Clara’nın hikâyesinin yanı sıra Doğu’nun değişmeyen ‘makus talihi’ üzerine müthiş bir anlatı.

Doğu’nun Limanları, bireysel hikayeler üzerinden Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında ve onun hemen sonrasında Ortadoğu’da yaşanan kaosu anlatsa da, dram hâlâ dram, acı hâlâ aynı acı.

Okuduğum kitapları çizmem; ancak altı çizilecek cümlelerin bile zaman içinde değiştiğini fark etmem, benim büyümemle mi ilgili yoksa Doğu’nun değişmeyen kaderiyle yüzleşmemle mi karar veremiyorum.

"Her milletten insanın Doğu'nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o çağ, eski zamanların bulanık bir anısı mıdır? Yoksa geleceğin bir belirtisi midir? Bu rüyaya sıkı sıkı sarılmış olanlar geçmişten kopamayanlar mıdır, yoksa gönül gözüyle geleceği görenler mi? Buna cevap vermeye gücüm yetmez. Ama babam işte buna inanıyordu. Bir Türk ile bir Ermeni'nin gene kardeş olabileceği sepya rengi bir dünyaya.”

Çağın başındaki bir adamın hayalini kurduğu bir dünya, eski zamanların bulanık bir anısı mı, yoksa geleceğe ilişkin bir işaret mi? Net bir cevap veremiyorum bu soruya.

“Farklı bir dünya hayal etmek hoşumuza gidiyordu… Şaşkınlığımız kadar büyüktü umutlarımız da. Yarınlar ne kadar karanlıksa, yarından ötesi o kadar aydınlıktı.”

Bu sözlere inanmak istiyorum; hep aynı hayale mi tutunmak istiyoruz yoksa? Soruma yanıt bulamadan romandaki başka bir cümle, geçmişte yaşanan ve hâlen yaşanmakta olan acıların bir gün sona ereceğine ilişkin umudumu sarsıyor.

“Herkes, ötekilerin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyordu.”

Amin Maalouf, bu duyguları bizzat deneyimleyen bir yazar. 1949 yılında Beyrut’ta dünyaya gelmiş, adı aynı kalsa da bugünkünden çok farklı bir şehirde.

1976 yılında iç savaş nedeniyle Fransa’ya göç etmiş. Eserlerini Fransızca yazıyor; ancak Ortadoğu’nun çok katmanlı yapısını, tarihsel çatışmaların izlerini, bireysel bellekle toplumsal travmanın kesiştiği mekânları, olayları ustalıkla birleştiriyor. Kimlik, göç, aidiyet, hafıza, medeniyetler çatışması onun romanlarında ele aldığı temel konular.

Doğu’nun Limanları da yazarın bu konuları en yalın hâliyle anlattığı romanlarından biri. Doğu’nun Limanları, geçmişte Avrupalılar’ın Doğu’ya açılan kapıları olarak gördüğü Akdeniz kıyısındaki ticaret kentlerine verilen addan geliyor. Bir zamanlar kültürlerin, dillerin ve inançların kesiştiği eşikler, bu limanlar. Maalouf, bu tarihsel geçiş noktalarını bir adamın hayat hikâyesi üzerinden anlatıyor.

Roman, anlatıcının Paris metrosunda kim olduğunu fotoğraflardan bildiği yaşlı bir adamla karşılaşmasıyla başlıyor. Yazar, bu yaşlı adamla dört gün süren sohbetini bize aktarırken, hikayecinin yalan söylemese bile delilikten bilgeliğe, bilgelikten deliliğe gidip gelen gelgitler arasında her şeyi söylememiş olmasının mümkün olduğu konusunda bizi uyarıyor. Belleğine olduğu kadar yargılamasına da güvenemediğini kabul etmekle birlikte, yine de iyi niyetine güveniyor.

Yazarın konuştuğu adam; İsyan Kitapdar. Adana doğumlu. İsyan’ın annesi Ermeni, babası Osmanlı soylusu. Döneminin şehzadelerinden biri. Ana karakterimiz, adı gibi bir isyan aslında: Milliyetlere, inançlara, sınırlara, ayrımcılığa karşı bir başkaldırı.

İlk olarak tanıştığımız yaşlı hâlleri ise sessiz, duygusal, düşünceli, yer yer kırılgan. Kendini bir yere ait hissetmiyor ama herkesin acısını içinde taşıyor.

Babası onu bir devrimci olarak yetiştirmek istiyor; o ise tıp okumak için Fransa’ya gidiyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında direnişe katılıyor, Yahudi soykırımına karşı olduğu için. “Baku” kod adıyla, bir tür kahraman oluyor.

Savaşın ardından Clara ile tanışıyor. Clara da İsyan gibi Fransa’da direniş hareketlerine katılan bir aktivist. Evleniyorlar. Clara’nın Yahudi olması bu aşkın önündeki en büyük engel. İsyan, babası hastalandığında Clara’yı Hayfa’da bırakıp Lübnan’a geçiyor. Bu sırada Filistin’de Arap - Yahudi savaşı başlıyor, iki sevgili sınırın iki yanında mahsur kalıyor.

Hamile eşinin yanına gidememesinin üzerine, bir de babasını kaybetmenin üzüntüsüyle İsyan psikolojik çöküntüye giriyor. Kardeşi Salim, mirasa konmak için bunu fırsat biliyor. Salim, karakterler arasında yozlaşmanın temsilcisi. Öyle ki İsyan bir akıl hastanesine kapatılıyor ve orada yirmi yıl unutuluyor! Kızı Nadya, yıllar sonra onu buluyor. Bu karşılaşma, İsyan’ın hayatla yeniden bağ kurmasını sağlıyor.

Romanı henüz okumayanlar için bu kadarı yeterli. Zaten asıl gelmek istediğim nokta; İsyan’ın anlattığı hikâyenin sadece kendi hayatının değil, Osmanlı’nın dağılışından itibaren Ortadoğu’nun siyasi, etnik ve sosyal çözülmesine dair derin bir analiz sunması.

İsyan; Osmanlı'nın son demlerinden Fransız işgaline, Filistin meselesinden Lübnan iç savaşına dek tarihin bütün fay hatlarında yürüyor. Tabii onun bize anlattığı o büyük kırılmaların, kişisel hafızasında bıraktığı izler. Bireysel tarihin yanı sıra toplumsal kırılmalar, kimlik, aidiyet, sınır, göç, hafıza, bireysel ve toplumsal tarih bu romanın ana temaları.

Roman, büyük siyasi çatışmalardan çok, bu çatışmalardan nasibini alan bireylerin trajedilerini konu alıyor. İsyan, tek bir kimliğe ait olamamanın, ama herkese ait hissetmenin sembolü gibi. İsyan, günümüzde yaşıyor olsaydı yine aynı şeylerin sembolü olurdu.

Bugün Ortadoğu, yüz yıl önceki hâliyle neredeyse aynı kör dövüşlerin sahnesi. Ne yazık ki siyaset, bu coğrafyaya savaştan başka bir şey getirmiyor. Denenmiş olan, ısrarla yeniden deneniyor. Tekrar; daha fazla kan, daha fazla gözyaşı, daha fazla acıdan başka bir şey vadetmiyor.

Dediğim gibi Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları romanı, bireyin trajedisiyle toplumların çöküşü arasında kurduğu köprüyle, sadece edebi değil, tarihsel bir tanıklık da sunuyor. İsyan, hem bireysel hem de tarihsel bir travmanın taşıyıcısı.

Doğu’nun Limanları’nı okurken tarihi bir roman okuyorsunuz; gerçek olaylara atıfta bulunan bir kurgu. Ancak sayfadan başınızı kaldırdığınız an sonsuz bir döngünün içinde olduğunuzu fark ediyorsunuz, bu gerçek. Yine bombardımanlar. Yine yerinden edilmiş çocuklar. Yine sınırda bekleyen aileler. Yine parçalanmış kimlikler.

Göçlerin, sürgünlerin, savaşın, ateşkesin, ticaretin, dinlerin, dillerin; her şeyin kapanma yaralara dönüştüğü (dönüştürüldüğü) Doğu, sürekli değişen haritalara rağmen ne kaderini ne de kederini silemiyor. Geçmişin hayaletleri kadar günümüzün zombileri sınırları çiziyor, siliyor, sonra tekrar çiziyor, kanla. Ne yazık ki bu coğrafyanın insanına düşen ise bütün bunlar olurken hep o aynı dehşeti yaşamak.

Bugün o romanın karakterleri gerçek olsa, yaşadıkları........

© Bianet