Beyaz Gürültü: Kolektif umursamazlık ve sorumluluğun kayboluşu
Bu hafta Netflix ekranlarında dizi olarak gösterilmeye başlayınca yeniden gündeme gelen Yüzyıllık Yalnızlık üzerine bir yazı yazacaktım.
Marquez’in büyülü kalemiyle ele aldığı temalar üzerinden evrensel mesajlarını çözümlemeye çalışacaktım. Fikir değiştirdim. Daha önce okumuş olduğum Don DeLillo'nun “Beyaz Gürültü” romanını hızlıca gözden geçirip, kitaptan uyarlanan filmi de izleyip bu yazıyı kaleme aldım.
Başlıkta “kayboluş mu?” yoksa “yok oluş mu?” demeliyim diye epeyce düşündükten sonra sorumluluğun yok olmasına gönlüm elvermedi. Öyle ya kaybolmuş bir şeyin günün birinde bulunması, ortaya çıkması olası. Ama küçük, ama büyük kayboluş bize böyle bir umut vaat ediyor.
Biraz başlıktan biraz da okudukça neden fikrimi değiştirip, bu kitabı seçtiğimi çok iyi anlayacaksınız… Hepiniz gibi kapılıp gittiğimiz karanlık döngüye dair aklımda türlü türlü sorular var. Bu soruların her birine verecek cevaplarım da var; muhtemelen sizin yanıtlarınıza benzeyen. Ancak çuvaldızı başkalarına batırırken, bu kez bir kitap üzerinden kendimize de minik minik iğneler batıralım istiyorum.
Sözünü ettiğim Beyaz Gürültü (White Noise) Amerikalı yazar, Don DeLillo’nun 1985 yılında yayımlanan romanı. Farklı yayınevleri üzerinden Türkçe’ye çevrilmiş pek çok eseri bulunan Don DeLillo, eleştirmenlerce postmodernizmin ana figürlerin biri olarak görülüyor. Beyaz Gürültü de çağdaş Amerikan edebiyatının önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. DeLillo, Beyaz Gürültü’yü 1985 yılında yazarken roman 2022'de Noah Baumbach tarafından filme uyarlandı.
Filmini de gayet başarılı bulduğumu söyleyerek, Siren Yayınları’ndan 2020 yılında Handan Balkara çevirisiyle yayımlanan romanın ana hatlarını şöyle özetleyebilirim.
DeLillo’nun hikayesi Jack Gladney ve ailesinin yaşamını merkeze alıyor. Modern dünyanın sıradan bir ailesini temsil eden Gladneyler ortada henüz hiçbir şey yokken bile ölüm korkusu yaşayan ancak, tüketim kültürünün keşmekeşine kapılıp, büyük dertlerden olabildiğince uzak duran bir aile.
“Aile dünyanın yanlış beşiğidir. Aile yaşamında bilgi hataları üreten bir şey olmalı. Aşırı yakınlık, var olmanın gürültüsü ve sıcaklığı. Belki daha bile derin bir şey, hayatta kalma isteği gibi.”
Jack, aileyi bu sözlerle tanımlarken Gladneyler’in hayatına bir gün bir kimyasal felaket dahil oluyor. Bu noktadan sonra roman; bir felaketin ortasında bireylerin ve toplumun nasıl davrandığını inceliyor.
Ana karakterimiz ve aynı zamanda anlatıcı olan Jack Gladney, küçük Amerikan kasabasındaki bir üniversitede “Hitler Çalışmaları” adlı sıradışı bir bölümün başkanı. Siyah gözlükleri ve tiyatral anlatımıyla akademik kariyerinde prestijli biri olarak görünse de içsel olarak son derece güvensiz. Sahte prestiji, modern bireyin kimlik inşasındaki zaaflarını gayet net gösteriyor.
Jack, romanda modern bireyin hem bireysel hem de toplumsal sorumluluklardan kaçışını temsil ediyor. Ölüm korkusu, onun kişisel krizinin merkezinde olsa da Jack, toplumun kayıtsız bir üyesi. Dışarıda sirenler çalarken “tatlı olarak ne var?” diye sorabilecek kadar kayıtsız.
Babette Gladney, Jack’in karısı. Aileyi bir arada tutmaya çalışan bir figür gibi görünse de iç dünyası oldukça karışık. Anne ve eş olarak geleneksel rollerini yerine getirmeye çalışıyor, olabildiğince sakinliğiyle bunu başardığını sanıyoruz. Ancak Babette toplumun ona........
© Bianet
