menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cadı avının yeni hedefi kütüphaneler

21 0
latest

Trump’ın verdiği gazla Beyaz Hristiyan Milliyetçiliği ABD’de almış başını yürüyor.

Toplumsal düzenin her alanındaki saldırıları son zamanlarda bilgi membası kütüphaneleri hedef almış vaziyette.

Kendilerini ahlak bekçisi ilan edenler yalnız okul kütüphanelerine değil, halkın tümüne açık kütüphanelere de adeta savaş açmış durumdalar. Hedef aldıkları kitapların içeriğinin genelde LGBTQ , ırkçılık veya cinsel eğitim hakkında olması, gericiliği bir siyasi taktik olarak kullananlar için yeterli.

Yasaklanmasını istedikleri, hatta Ortaçağ en başta olmak üzere insanlığın karanlık tarihinin muhtelif dönemlerindeki gibi, ortalıkta topluca yakılmasından hoşlandıkları kitapları okumaya gerek bile görmeyebiliyorlar.

Mühim olan halkın zayıf (hassas?) noktalarını sömürerek infial yaratmak, insanların örselenmesine sebep olan meseleleri arka plana atarak öfkelerini kanalize edecek sansasyonel gündemler icat etmek, ailenin namusunu korumak mazeretiyle “ahlaksız” rakiplerini lekelemek. Bunlar yeryüzünde, ne yazık ki fazlasıyla aşina olduğumuz sıradanlaşmış formüller.

Dünya çapında “tukaka” ilan edilip saldırılara maruz kalan üniversiteler yetmezmiş gibi eğitim kurumlarının ilk basamakları da artık potansiyel düşünen insan yetiştirme misyonundan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Gayet stratejik okul kurullarında salahiyet sahibi olmak için uğraşanlardan üst düzey bürokratlara, sistemin tüm seviyelerinde makam işgal edip “bağırmak” serbest!

Kütüphaneciler (The librarians) adlı belgesel zıvanadan çıkmış bu güruhun kütüphanelere ve çalışanlarına yönelik kampanyalarının nasıl bir cadı avına dönüştüğünü teferruatıyla aktarıyor. Seyirci argümanlarının ne kadar zayıf olduğunu, nefret dilini neden tercih ettiklerini ve ahlaktan yoksunluğun esasen kendilerinde vücut bulduğunu anlamakta hiç güçlük çekmiyor.

Zaten daha geçenlerde Oklahoma Temsilciler Meclisi üyelerinden Ryan Walters’ın adı küçük de olsa bir seks skandalına karışıverdi. Aşırı sağcı ve dinci olarak tanınan sevimsiz siyasetçi eyaletin eğitim sorumlusu olarak görev almakta ve filmimizde adları sık sık geçen Moms for Liberty (Hürriyet taraftarı anneler) kuruluşundan da sonsuz desteğini esirgememekte.

Dünya prömiyeri Sundance’te gerçekleştikten sonra SXSW, Full Frame, Miami, Sarasota ve ABD’de daha birçok festivalde seyircinin büyük alakasına mazhar olan ödüllü film, Sheffield ve en son Patmos’taki Aegean Film Festival kapsamında Avrupa’ya da uğramıştı; pek yakında Avustralyalılar da Melbourne’da ABD’nin içine düştüğü içler acısı hâl hakkında malumatlandırılacaklar.

Kadın yönetmen Kim A.Snyder, 2025 ABD yapımı, 88 dakikalık belgeselde inanılması zor hadiseleri seyircinin dikkatine peş peşe sunarken her iki tarafa da söz hakkı tanıyor; bir zamanlar “kütüphane” düşmanı kesilip işin içyüzünü öğrendikten sonra “itirafçı” pozisyonuna düşen Courtney Gore‘a da layıkıyla yer veriyor.

Ne de olsa pornografik addettikleri malzemelerin çocuklarını zehirlemesinden çok korkan ve bunu millî bir mesele gibi pazarlayanların gazına diyecek yok. Muhtelif hürriyetlerin bayraktarlığını yıllarca üstlenmiş Amerika Birleşik Devletleri’nde elde edilmiş hakların ve özgürlüklerin kısılmasından hiç gocunmayan halkın bu kesimi, serbest atış halinde çirkefleşmeye devam ediyor.

Teksas eyaletinde Cumhuriyetçi Matt Krause’nin 2021 yılında 850 kitaptan müteşekkil bir listede adı geçenlerin okul kütüphanelerinden kaldırılmasına yönelik atılımı kısa zamanda yurt sathına yayılmış ve bunun istisnai veya tesadüfi bir durum olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Riyakârlar, söylemleri ve icraatlarıyla çelişse de bunu hitap ettikleri örselenmiş kesim için zaten çoktan kılıfına uydurmuşlardı.

Bu, toplumu korkutarak muhafazakârlaştırmak, muhtelif okul kurullarına çökmek ve ortalığı velveleye vererek muhalifleri susturmak için adeta yeni bir kanaldı.

Sesleri en yüksek çıkanlar Moms for Liberty üyeleriydi ve Trump dahil, gayet medyatik toplantılarına katılan şahsiyetlerin masraflarını kurumun tişörtlerini satarak karşıladıklarını iddia edecek kadar yüssüz ve basittiler. Ne de olsa arkalarında onlara bol keseden sponsorluk yapan derin güçler vardı; bu, psikolojk altyapısı çoktan tasarlanmış, bir adet daha ulusal propaganda projesiydi. Beyaz Evanjelist Hıristiyanlar eninde sonunda ülkeyi boyundurukları altına alacaklardı!

İsa Mesih’in ABD’yle alakalı, vadedilmiş planı pek yakında gerçekleşecekti! Dinî fantezilerde sınırsızca uçmak zaten oldum olası serbestti…

Zaten film başladıktan sonra bazı kütüphane görevlilerinin yüzünü ışığa karşı sadece karanlık bir silüet halinde görmemizin sebebini hızla idrak ediyoruz.

Verilen talimatlara uymayan veyahut sadece sorgulamış olan, geniş diyarın her köşesinden kütüphaneciler cemaatler tarafından lanetlendi, yetkililer tarafından sertçe uyarıldı, hakarete uğradı, tehdit edildi, işinden kovuldu. Dolayısıyla hayatından endişe edenlerin teşhis edilememesi için normalde belgesellerde muhbirlere sağlanan bu korunaklı çözüm günümüzde ne yazık ki kütüphane memurlarına zırh olarak kullanılmak durumunda kalındı.

Senelerini kütüphanelere vermiş, üstelik büyük çoğunluğu beyaz kadınlardan müteşekkil bu cefalı memur grubundan mesela yaşlı başlı olan bir tanesi sapıklıkla itham edildi, pedofiliden muzdarip olduğu söylendi, “pornografik” malzemeyi savunmakla suçlandı; kısacası linç kültürü sınır tanımıyordu!

Haklarından feragat etmeye hiç de niyeti olmayan kahramanlarımız Ulusal Kütüphaneler Birliği’nin onlara kattığı güçle mücadelelerini yoğunlaştırdılar; direnişleri halen sürüyor.

Öyle ya, “hem suçlu, hem güçlü” çağında, ipe sapa gelmez argümanlarına rağmen sesini en çok yükseltenlerin borusu bir süre daha ötecek gibi duruyor.

Lakin, aralarında savaş gazisi kütüphaneci Suzette Bakler gibileri sözünü hiç sakınmadı, Louisiana’dan Amanda Jones bu hususta bir kitap bile yayınladı. İfade özgürlüğü, demokratik değerler, sansür zorbalığının vahameti, altı çizilerek cehaletten yana olanların gözüne sokuldu.

Film, ABD’nin karanlık McCarthy dönemininkiler dahil, muhtelif arşiv görüntüleriyle mazide defalarca kullanılmış formüllerin hafızasızlık yüzünden temcit pilavı misali karşımıza çıkarılışını teyit ediyor.

Kim derdi ki bilim adına asırlardır el üstünde tutulan kütüphaneler, resmen çürümüş olan Neoliberal kapitalizm çağında günah keçisi haline gelecek, çalışanları aşağılanarak pasifize edilmeye çalışılacaktı!

Hem siyasi, hem de kültürel ABD emperyalizminden az çok muzdarip, bilhassa cinsel devrimini gerçekleştirememiş diyarlarda bu belgeselin bir an önce gösterilmesi elzem.

Filme destek verenler arasında, en çok (yakında yayından kalkacak) Sex and the city aracılığıyla tanıdığımız Sarah Jessica Parker’ın medyatik varlığı, cilalı popülerlilik peşinde koşanların da hassasiyetini tetikler umarım!

(MT/EMK)

Geçtiğimiz günlerde yeni tanıştığım biriyle sohbet ederken laf dönüp dolaşıp kitaplara geldi. Benim de roman yazdığımı, kitaplar üzerine analizler yaptığımı öğrenince -kişisel algılamamı söyleyerek- kitapların demode olduğunu, günümüz insanının ihtiyaçlarına yanıt vermediğini, kendisinin de kitap okumayı bıraktığını söyledi.

Bu kadar düzgün cümleler kurmadı, yine de anladığım kadarıyla, ona göre bilgiye ulaşmanın daha pratik, daha hızlı yolları vardı; kitaplar gereksiz bir aracıydı!

Tartışmadım. Bilgiden kastettiğinin ne olduğunu sormadım. Kitapların yalnızca bilgi taşıyan birer nesne olmadığını, duyguyu, düşünceyi ve deneyimi kuşaktan kuşağa aktaran bir hafıza biçimi olduğunu anlatmaya çalışmadım. ‘Bugün kitap yalnızca basılı sayfalarla sınırlı değil; dijital formatlar, sesli kitaplar ya da ekranlardan okunan metinler var. Biçim değişse de kitap olma niteliği değişmiyor. Çünkü kitap, aktardığı şeydir: Düşüncedir, duygudur, hikâyedir” diye bir söylev de çekmedim.

Aklıma Fahrenheit 451 geldi. Kitapların yakıldığı, düşünmenin tehlike sayıldığı bir toplumda geçen o dispotik roman. Söz etmedim. Okumayacak birine kitaplardan söz etmek zül geldi.

Ne ilginç Ray Bradbury, bu romanında kitapların yalnızca otorite tarafından yakılmasını değil, bireylerin bunu içselleştirmesini eleştiriyordu. İnsanların kendi rızalarıyla düşünmekten vazgeçmesini, unutmayı seçmesini…

Ray Bradbury (1920–2012), bilimkurgu ve fantastik edebiyatı felsefi ve toplumsal sorularla besleyen bir yazar. Fahrenheit 451’i, 1950’lerin McCarthy döneminde, sansür, paranoya ve otoriterleşmenin gölgesinde yazmış. Ancak Bradbury, teknolojik ilerlemeyle birlikte yüzeyselleşen iletişim, kitlesel eğlence ve duygusal uyuşma tehlikesini erken fark etmiş bir yazar.

Onun için distopya, uzak bir gelecekte değil, “düşünmeyi bıraktığımız an”da başlıyor.

Bradbury, Fahrenheit 451’i yazarken toplumun gönüllü suskunluğundan, düşünceden kaçışından endişe ediyor.

Onun asıl korkusu, insanların kendi rızalarıyla düşünmeyi bırakmaları. Çünkü Bradbury’ye göre diktatörlük yalnızca yukarıdan gelen bir baskıyla değil, aşağıdan yükselen bir kayıtsızlıkla da inşa edilebiliyor.

Bugün kitaplar belki fiziksel olarak yakılmıyor, insanlar kaydırıp geçmeye ve unutmaya çok daha fazla meyilliyken hiç gerek yok buna. Çağdaşımız bir filozof olan Byung-Chul Han’ın da işaret ettiği gibi, artık dışsal baskılar değil; bireyin kendi üzerindeki gönüllü denetimi, düşünmenin önündeki en güçlü engel haline geliyor.

Hatırlayalım, roman 1953 yılında yayımlandığında dünya yepyeni bir savaşın içindeydi: Soğuk savaş.........

© Bianet