İrade ve ‘kader’ arasında: Onuncu Cumhuriyetin eşiğinde
Meydanlar ışıklandırılmış, dev sahneler kurulmuş, konserlerden yükselen sesler. Havai fişekler göğü yarıyor. Mehter takımları marşlarla kortejin önünde yürüyor. Kalabalık alkışlıyor; kameraların camına düşen “coşku ekonomisi” işliyor. Ama ışık gösterileri bittiğinde geriye kalan nedir? Işığın bıraktığı gölgede yoksulluk, hukuksuzluk, adaletsizlik, nepotizm, dirijizm ve irade gaspının bıraktığı sessizlik “dağılan pazaryeri”nden arda kalanlar olarak beliriyor.
Bir zamanlar “Genç Cumhuriyet” denirdi; artık denmiyor. Yüzyılı geride bırakan bir devletin hâlâ kendi özgürlüğüyle, kendi hukuku ve kurumlarıyla hesaplaşamamış olması, yaşın tek başına olgunluk getirmediğinin kanıtı. Cumhuriyet yalnız bir hatıra değil; bilinç ve kurumsallık gerektiren yaşayan bir sözleşmedir. Sembol ve seremoni onun süsü olabilir; ama özü, yargı kararlarının bağlayıcılığı, iç-denetim, yerelin söz hakkı ve temel hakların güvencesi kısacası bağı hukuk olan kurumların birlikte çalışmasıdır.
Törenlerde yükselen ortaklaştırıcı ruha ihtiyacı vardır toplumların. Yad edilenler gururlandırır. Fakat tören, anlamını ancak kurumlar işlediğinde bulur. Kurumlar işlemiyorsa, seremoni bir avunma ritüeline, hafızayı uyuşturan bir ritme ya da tahrif edilip yeniden yazılarak kimlik inşasının aracına dönüşebilir. Havai fişekler göğe yükselirken, hukukun sesi kısılıyor; marşlar gürleşirken özgürlüğün cansuyu olan eleştiri bastırılmaya çalışılıyorsa, burada kutlanan şey cumhuriyetin kendisi değil, cumhuriyet yanılsaması ya da sanrısı olabilir.
Öyleyse soralım: Sahi neyi kutluyoruz? Hangi cumhuriyeti? Havai fişekler, cumhuriyetin hangi niteliği adına patlıyor? 1952 yılında tekrar kurumlaşmasına izin verilen mehter adımları, imparatorluktan devralınan hangi mirası taşır ve bu yürüyüş, yurtta ve dünyada barış iddiasıyla nasıl yan yana durur? Eğer cumhuriyet, törenlerden önce kurumların ve toplumsal bilincin adıysa o halde bugün kutlama kürsüsünden önce mahkeme salonlarına, meclis kürsüsüne ve kent meydanlarındaki yurttaşın söz hakkına bakmak zorundayız.
Heidegger’in sözlüğünde “kriz” (krisis) bir çöküş değil, bir karar ânıdır. Yunanca kökeninde “yargı vermek”, “ayırmak”, “yön tayin etmek” anlamlarını taşır. Yani kriz, bir şeyin sonu değil, nereye gideceğimize karar verdiğimiz eşiktir.
Her kriz, insanı ya da toplumu bir kavşağa getirir: bir yanda özgürleşme, öte yanda tutsaklık. Bu anlar, hem birey hem toplum için en çıplak hâlimizle karşılaştığımız anlardır. Artık bahaneler biter; kararı erteleme lüksü kalmaz. Heidegger’e göre kriz, varoluşun yüzeyini sıyırıp özünü açığa çıkarır: “Kriz, varlığın görünür olduğu andır.” Buna dayanmak güçtür. Çünkü kriz, maskeleri düşürür. İnsanı, kurumları, iktidarı, yurttaşı olduğu gibi gösterir. İşte tam bu noktada özgürlüğün anlamı belirir: karar verme cesareti. Kriz, özgürlük için bir imkândır; fakat o imkânın nasıl kullanılacağı, toplumun kurumsal kapasitesi ve toplumsal olgunluğu ile ilgilidir.
1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, böylesi bir kriz ânının içinden doğdu. İmparatorluk dağılmanın eşiğindeydi; Avrupa devletlerinin baskısı artmış, iç düzen çökmüş, tebaanın güveni sarsılmıştı. Devlet, kendi kudretini sınırlamaya mecbur kaldı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’yla yöneten, ilk kez kendini hukuka bağladı. Bu, iktidarın kendini sınırlama kararı olarak modern yurttaşlığın tesis edilme yolcuğunda önemli bir eşikti. Ancak her kriz gibi, bu da çift yönlüydü. Tanzimat bir özgürleşme imkânı sundu ama aynı zamanda merkezî gücü yeniden inşa etmenin de aracına dönüştü. Kriz, fırsat olarak doğmuştu ama özgürleştirici yönde değerlendirilemedi.
Tarihin sonraki her dönemeç noktasında 1876’da, 1908’de, 1920’de, 1980’de, 2017’de bu “kriz ânı” tekrarlandı. Her seferinde aynı soru yeniden soruldu: Kriz, bizi özgürleştirecek mi, yoksa yeni bir tutsaklık biçimi mi doğuracak? Cumhuriyetin tarihi, işte bu soruya verilen yanıtların toplamıdır.
Fransa’nın siyasal tarihi, birbirini izleyen kriz anlarının tarihidir. Her çöküş, yeni bir kurucu irade doğurmuştur. 1789 Devrimi monarşinin çöküşüydü; 1792’de kurulan Birinci Cumhuriyet, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sözleriyle yalnızca bir iktidar değişimini değil, bir bilinç devrimini simgeliyordu. Ancak her devrim gibi, bu da kendi karşıtını içinde taşıdı: Jakoben terörü, ardından Napolyon’un imparatorluğu. Krizden doğan özgürlük, yine bir güce devredilmişti.
İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyetler de benzer biçimde çalkantılarla doğdu. Cumhuriyetler, Fransa’da bir süreklilikten çok, yenilenmenin biçimleri oldu. 1958’de, Cezayir Savaşı ve sömürge krizinin ortasında General de Gaulle’ün öncülüğünde yeni bir anayasa yazıldı; böylece Beşinci Cumhuriyet doğdu. Parlamenter sistemin yerine yarı-başkanlık modeli geçti, yürütme merkezileşti, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisi anayasal hale geldi. O günden bu yana Fransa, istikrarı bu sistemin içinde aradı.
Ama istikrar, bazen sessiz bir tıkanmadır. 2024 yazında Cumhurbaşkanı Macron, Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki hezimetin ardından Ulusal Meclis’i feshetti. 30 Haziran ve 7 Temmuz’daki erken seçimlerde ortaya çıkan tablo, Fransa’yı “askıda temsil”le baş başa bıraktı. Yasama ile yürütme arasındaki gerilim, Beşinci Cumhuriyet’in artık toplumsal dinamizmi taşıyamadığını gösteriyor. Fransa’da sol partiler, akademi ve sivil toplum çevreleri bu yüzden “Altıncı Cumhuriyet” çağrısı yapıyor: Yürütmenin merkezî gücünü sınırlayan, Meclis’i güçlendiren, yurttaşı yeniden siyasetin öznesi kılacak bir anayasal dönüşüm.
Kriz, orada bir yenilenme tartışmasını doğuruyor. Fransa, krizlerden Cumhuriyetini formatlayarak çıkıyor. Krizi kendini güncellemenin doğal bir süreci olarak görüyor. İmparatorluk geçmişiyle yüzleşebilmiş, sömürge suçlarını arşivlerde saklamak yerine kamusal tartışmaya açabilmiş bir ülke için kriz, yıkım değil; kendini onarma fırsatı. Demokrasinin gücü, krizleri bastırmakta değil, onlardan yeni bir düzen kurma cesareti çıkarabilmekte yatar. Fransa bugün bunu tartışabiliyor. Biz ise benzer bir tıkanmayı yaşarken hâlâ soramıyoruz: Kriz, bizde neden hep baskıyı doğuruyor; neden özgürlüğün eşiği olamıyor?
Türkiye’nin modern tarihi, ardı ardına gelen krizlerin tarihidir. Her kriz bir karar ânı olmuş, her karar da yeni bir cumhuriyet tasavvurunu şekillendirmiştir. Kimi zaman özgürleşmenin, kimi zaman da tutsaklaşmanın yönünü tayin eden bu kırılmalar, bugün hâlâ süren “bilinç”ler arası mücadelenin izdüşümleridir.
İmparatorluk çözülüyordu; dış baskılar artıyor, içeride adalet duygusu tükeniyordu. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’yla padişah, ilk kez kendi iradesini sınırladı. Bu, yönetenin kendini hukuka bağlama iradesi olarak modern devlet fikrine giden yolda kurucu bir adımdı. Ama bu adım, tepeden inme kaldı. Yurttaşlık fikri halkın bilincine işleyemedi; hukuk, bir “lütuf” olarak algılandı. Kriz, kapıyı araladı ama özgürlüğün ışığı içeri taşınamadı.
İlk yazılı anayasa ve meclisle birlikte “meşveret” kavramı kurumsal biçim kazandı. Egemenliğin mutlak olmadığı kabul edildi. Ama iki yıl sonra Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapattı; özgürleşme, bir korkuya yenildi. Devlet, halkın söz hakkını “fitne” saydı. Kriz, güvenlik refleksiyle özgürleştirici bir imkan olarak tasarruf edilemedi.
II. Meşrutiyet, otuz yıl süren suskunluğu bozdu. Gazeteler, cemiyetler, fikirler çoğaldı; siyasal alan, tartışmanın mekânına dönüştü. Ama fikir çoğaldıkça iktidar da tedirginleşti. İttihat ve Terakki, “vatanı kurtarma” söylemiyle özgürlüğü düzenlemeye kalktı. 1913 Babıali Baskını, bir kez daha kriz ânının tutsaklıkla sonuçlanmasının sembolü oldu.
İstanbul’daki Meclis kapatılmış, işgal altındaki ülke nefessiz kalmıştı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir Meclis açıldı. Bu, bir toplumun kriz ânında özgürlük yönünde aldığı en büyük karardı. Egemenlik, “kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle hukuki bir zemine kavuştu.
1921 Anayasası, yerel meclisleriyle, katılımcı yapısıyla çoğulculuğun kapısını araladı.
Ancak 1924 Anayasası’yla bu yerellik ruhu terk edildi; güç........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon