menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Çocuklar kumdan kalelere bayrak dikmeyi nasıl öğrendiler?

6 21
03.05.2025

Bir çocuğun gözlerine baktığınızda, dünyanın henüz haritalara bölünmemiş halini görürsünüz. Masumiyetin coğrafyasında henüz sınırlar yoktur. Onlar, kumdaki kalenin, hangi milletin kumundan yapıldığını sormaz; parkta, arkadaşıyla salıncakta tıpkı kuşlar gibi cıvıldayarak oynar, arkadaşının ten rengiyle değil. Çocuklar, insanlığın en saf coğrafyası, ebedi barış ülkesidir. Peki nasıl oluyor da bu masum misafirler, büyüdükçe "öteki"nin sınırlarını çizmeyi öğreniyor?

Irkçılık, doğuştan gelen bir gen değil, özenle öğretilen bir "virüs"tür. Ve bu "virüs"ün en etkili taşıyıcıları, devletlerin eğitim sistemlerinin milliliği ile toplumsal önyargılardır. Müfredatlar çocuklara "biz"i öğretirken, "onlar"ı da sessizce “düşman” olarak kodluyor. Oysa nörobilimin güncel literatürü bize şunu haykırıyor: Çocuk beyni, önyargılar için henüz uygun bir zemin değildir. Bu hakikat, çocuk zihnindedir ya da çocuk zihni, bu hakikatin yuvasıdır. Peki hakikatin yuvası olan çocuk zihni nasıl işler?

Çocuk zihni, üzerine henüz hiçbir ayrımın belirgin biçimde yer almadığı bir parşömene benzer. Bu parşömene hangi mürekkeple yazı yazıldığı, çocuğun gelecekteki dünya görüşünü belirlemese bile büyük ölçüde etkiler. Eğer bu mürekkep sevgi, merak ve kabulle doluysa, çocuk dünyayı ayırmadan bütünsel görmeyi sürdürür. Ancak mürekkep önyargı, nefret ve ayrımcılıkla karışıksa, o doğası gereği ayrımsız bakışlar, zamanla silikleşir ve küntleşir; sonuç olarak esnekliği zayıflayarak başka türden olanı tehdit, bilakis düşman gören önyargıların hem tutsağı hem yeniden üreten nesnesi hem de taşıyısıcına dönüşür.

Çocukların prefrontal korteksi, bir fidanın dalları gibi esnektir; esnektir çünkü ‘kültür’ün ötekileştirici zorbalıkları ile kastre edilmemiştir. Varlığı, yaşamın estirdiği rüzgarlara göre eğilir ama kolayca kırılmaz çünkü doğası gereği esnektir. Bu nörolojik esneklik, kanıların ya da inançların mutlak düşünceler olarak yaşanmadığının kanıtıdır çünkü taşlaşmamıştır; onu taşlaştıran düşmanlaştırıcı ötekileştiriciliktir.

Çocuklar, özellikle okul öncesi diye adlandırılan 5-6 yaş grubu, oyuncak paylaşırken ırk temelli ayrım yapmazlarken, 9-10 yaş grubunda bu ayrımın belirmeye başladığı görülebilir. Washington Üniversitesi'nden nörolog Patricia Kuhl'ün araştırması, bebeklerin 6 aylıkken tüm dünya dillerindeki sesleri ayırt edebildiğini, ancak 1 yaşına geldiklerinde bu yeteneğin zayıfladığını gösterir. Tıpkı dil gibi önyargıları da sonradan öğreniyoruz çünkü evrimleşme sürecinde doğamızı kaybettik ve yaşamak için öğrenmeye muhtacız.

Devletler, ulus inşa süreçlerinde çocukları en önemli araç olarak görür. "Bizi" anlatırken, "onları"a ihtiyaç duyarlar; “onlar” da, kuşkusuz, düşmandırlar. Hem tarih hem de tarihe malzeme veren devletler, insanlığın ortak hafızasını pek çok kanlı örneklerle doludur.

Devletler, o “yasal şiddet”i elinden bulunduran Leviathan, şu bitmeyen ve yönsüzleşen, yazılımlarla hibritleşen savaşlar çağında “müfredat”ları dolayımı ile nerede durur? Sorumluluğundan söz edilebilir mi? Irkçılığın belki de en karikatür pedagojisine Nazi Almanyası’nda rastlarız. 1938 yılında basılan Zehirli Mantar (Der Giftpilz) adlı ‘çocuk kitabı’, Yahudileri "zehirli mantar" metaforuyla anlatıyordu. Bu kitap, okullarda ders materyali olarak okutulur, çocuklara "öteki"nin tehlikeli olduğu fikri sistematik şekilde aşılanır. Daha da vahimi, bu öğretiler yalnızca kitaplarla sınırlı kalmaz; “arı ırk” ideolojisi, Hitler Gençliği kamplarında beden eğitimi derslerine de entegre edilir.

1990'larda Bosna Savaşı öncesinde, Sırp ve Hırvat okullarında okutulan tarih kitapları, ortak belleği eğip bükerek “millileştirilmiş” ideolojik içeriklere dönüştürülerek birbirinden tamamen farklı “bilgi”ler sunar. Aynı mahallede büyüyen, aynı sokakta oynayan çocuklar, okulda birbirlerini "düşman" olarak görmeyi öğrenir. Bu durum, savaşın patlak vermesinden sonra eski komşuların birbirine nasıl acımasızca saldırabildiğini açıklayan en önemli etmenlerin başında gelir.

Ulus-devletlerin ‘milli eğitim’ müfredatları "biz"i yüceltirken, "öteki"ni görünmez kılar ya da tehdit olarak sunar. Bu durum, çocukların zihninde farkında olmadan ayrımcılık tohumları eker. Bu tedrisattan geçen çocuklar, yarının ırkçılarına dönüşür. İsrail’in birlikte yaşadığı komşularının üzerine atılacak bombalara ilkokul çocuklarına öğretmenlerinin yardımı ile mesajlar yazdırması, düşmanlaştırıcı devlet/çi politikaların belki de en karikatür örneklerinden biridir.

Çocukların dili var mıdır? Nasıl bir dildir bu? Çocuklar, dünyayı pastel boyalarla çizilmiş bir resim gibi görür. Renklerin adlarını bilmezler; sadece nasıl güzel karıştıklarını keşfederler. Oysa yetişkinler onlara "Bu pembe, bu mavi" diye öğrettikçe, renklerin sınırları katılaşır: amorf cangılı köşelere sıkıştırarak öldüdürler.

Antropolog Colin Turnbull'un Kongo'daki Mbuti Pigmelerini konu aldığı Orman İnsanları adlı kitabında, Pigemlerini çocukları, "ırk" kavramını bilmeden büyürler. Ormanda karşılaştıkları yabancıyı "düşman" olarak değil, "yeni bir oyun arkadaşı, eğlenceli bir misafir, ya da komşu" olarak görürler. Bu durum bize şunu hatırlatır: Çocukların önyargısız bakışı, insanlığın doğal halidir; ayrımcılık ise sonradan öğrenilen bir yabancılaş(tır)ma. Yetişkinlerce zehirlenmeyen 4-6 yaş aralığındaki çocuklar, oyun arkadaşını seçerken fiziksel özelliklere dikkat etmezler ancak aynı çocuklar 7-9 yaşına geldiklerinde, yetişkinlerin davranışlarını model alarak benzer ayrımlar yapmaya başlarlar yani kelimenin birinci anlamıyla ayrım yapmayı çevrelerindeki yetişkinlerden öğrenirler.

Oysa çocuklar, kendi doğal gelişim süreci içinde, doğal olarak, ayrım yapmazlar. Öğreğin İstanbul'da ya da dünyanın herhangi bir kentinde rastlayabileceğimiz bir parkta iki çocuk düşünelim: Biri Suriyeli mülteci bir ailenin çocuğu, diğeri Türk. Kum havuzunda oynarken "Senin baban hangi ülkede doğdu?" diye sormazlar. Onlar için önemli olan, kovadaki kumun ıslak mı kuru mu olduğu ya da salıncağı en yükseğe kimin çıkacağıdır. Ten rengi, dil ya da etnik köken, oyun kurallarının dışındadır.

Türkiye ya da tarihi/ni propagandadan ayırmamış, bilakis propaganda aracı olarak gören ülkelerin okullarında okutulan ders kitaplarını incelediğimizde, geleceğin nefret söylemcilerinin, nefret suçu işleyenlerin bilinçlerinin nelerle işlendiğini rahatça görebiliriz: Mesela tarih kitaplarındaki “şanlı tarihimiz" anlatılırken, devletçe “makbul” kimlik ya da görüşe sahip olmayanların ya katkıları anılmaz, görünmez ya da "ihanet” vurgusu ile hedef gösterilir. "Vatan sevgisi" kavramı, bir “değer” olarak konumlandırılır, devlete ve ideolojisine “itaat” etmeye indirgenir. İtaat etmeyenler, böylesi bir bakışta, potansiyel “hain” olarak görülür. Yine ders kitaplarındaki aile fotoğrafında, yine yalnızca “makbul” yani baba-anne, kız ve erkek çocuktan oluşan çekirdek aile imgesini görürüz. Heteronormatif bakış, mutlak bir norm olarak çocukların zihnine nakşedilir. Ders kitapları, kültürel, toplumsal temsilin aynası niteliğindedir. Müfredat yalnızda etnik, heteroseksist değil, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığı da yeniden üretir. Örneğin, ilkokul okuma kitaplarında "Ayşe bebek bakıyor, Ali futbol oynuyor" gibi kalıplar, çocukların bilinçlerinde görünmez sınırlar çizerek geleceğin ayrımcılarını yetiştirir.

Peki çocukların zihinlerini bu düşmanlaştırıcı ideolojik içeriklerden koruyabilir miyiz? Nasıl? Çocuklarımızın zihnindeki duvarları yıkmak için önce müfredatlarımızdaki görünmez örüntüleri fark ederek murad ettiğimiz barışçıl dünyanın temellerini atabiliriz. Bunun için eleştirel düşünmeyi merkeze alan, tarih derslerinde "kahramanlık" yerine "insanlık" durumlarını edebiyata tercüme eden dünyaya malolmuş evrensel metinleri okuyarak kültürün birleştiriciliğini önceleyen barışçıl pedogojiler geliştirebiliriz. UNICEF'in "Kapsayıcı Eğitim" programlarından esinlenerek, eğitim ekosistemi içinde en başta öğretmenler olmak üzere önyargıları nasıl fark edeceğine dair eğitimler, atölyeler, eğitim içerikleri tasarlayabiliriz.

Bir anaokuluna gidip çocuklara "Kiminle oynamak istemezsin?" diye sorduğunuzda, alacağınız yanıtlar yetişkinlerin dünyasına sert bir ayna tutar. Onlar "Çok hızlı koşamayanla oynamam" ya da "Oyuncaklarını paylaşmayanla" derken, asla "Farklı dil konuşanla" demezler. Hatta oyun arkadaşının konuşup konuşmadığı ile bile ilgilenmezler.

İnsanlık olarak çocuklarımıza bırakacağımız en değerli mirasın, çocukların doğuştan sahip olduğu bu ayrımcı, dışlayıcı, düşmanlaştırıcı olmayan bakışı korumak olduğu söylenebilir. Nâzım Hikmet’in Dünyayı Verelim Çocuklara adlı şiiriyle bitirelim.

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne

allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden

ölümsüz ağaçlar dikecekler

Nâzım Hikmet

(MVB/RT)

“Hetaeralar” vurgusu yaparak en kutsal meslek fahişeliktir derim şimdi duyumsuz modern insana. Dokunmaktan, sevmekten korkarak içi boş, doyumsuz insana dönüştü duyumsuz insan yığını. Teslim edilen duyularımızın yoksunluğunun acısıdır bu.

Dokunma duyusu en özel; iyileştirici, geçirgen hissedici, evrenle dolaysız bağımızdır. Ve sonra koku ki tatma da zaten bir yerde yancısıdır kokunun. Oysa yeni sanal kurgusal düzende görme ve duymanın aldatıcılığından faydalanılarak “dokunma” ihtiyaç ötesine geçirilir. Sosyal ilişkilenme, eğlenme, aidiyet, onaylanma, cinsellik vs. psikolojik gereksinimlerinin çoğunu sosyal medya-ekran üzerinden gidermeye çalışan insan sistemin ikame sunumlarıyla kolaylıkla yeniden inşa edilir. Kuşkusuz bu sanal mecrada kullanılan duyumlarımız ise sadece görme ve işitmedir. Koku üzerinden ise bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bir nebze başarılı olduğuna dair, gerçekliğini henüz bilmediğimiz bir haber, önceki yıllarda yayılmıştı bile. Şayet kokunun sanal ortamda duyumsaması mümkün olursa tatma duyusunun da başarıyla bu alanda kullanabilmesi kolaylaşacaktır.

Dokunmayı sanal mecrada kullanmak imkan dahilinde olmadığından, sistem tarafından uzun yıllardır dışlanarak, çekirdek ailede de ebeveynlere verilen rollerle gelecek nesil üzerinde bu duyum........

© Bianet