menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Park, kuş, tiyatro: Yıldız sahneden havalanıyor

10 2
previous day

Bu sezonun dikkat çeken ve izleyenlerin kalbine dokunan tiyatro oyunlarından biri olan Yıldız 14-19 Haziran tarihleri arasında Ankara’nın farklı parklarında sahnelenecek.

Oyunun yönetmeni Anıl Can Beydilli ve başrol performansıyla büyüleyen Mine Nur Şen ile bir araya gelerek, Yıldız üzerine, tiyatro yaratım süreçlerine ve Türkiye’nin güncel tiyatro ve kültür-sanat ortamına dair samimi bir sohbet gerçekleştirdik.

Ankara’da 31. oyunuyla seyirci karşısına çıkacak olan ve prömiyerini geçtiğimiz ekim ayında yapan oyun, Mine’nin performansı ile XXV. Direklerarası Seyirci Ödülleri Tek Kişilik Performans Ödülünü aldı ve 27. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı” ödülüne aday gösterildi.

Ekip, oyunun en başından beri İstanbul’un tiyatro merkezlerinin dışına çıkıp daha geniş kitlelere ulaşma hayalini taşıdığını belirtiyor. Bu hayal, kolektifin kararlılığı ve Ankara Büyükşehir belediyesi, Ankara Kültür ve EvAnkara’nın işbirliği ile gerçekleşen Ankara turnesiyle somutlaşıyor.

Oyun şu soruyla yola çıkıyor: Beş kişilik bir ailede yaşayan bir muhabbet kuşu evden kaçarsa neler olur?

Oyunu bilmeyenler için Tiyatrolar.com’daki özetinden:

“Yıldız. Beş kişilik bir ailede yaşayan bir muhabbet kuşu. Limonlu salatalığı, Bilge’yle tuvalette kitap okumayı, Serap’ın Hamdi’ye bağırmasını, Ela ağlayınca omzuna konmayı ve Ece’nin mor ayakkabılarının içine saklanmayı çok seviyor. Bir gün evden kaçtı. Bu bir çırpıda keşfedilemeyecek kadar geniş dünyadan bir sürü şey öğrendi. Buna büyümek deniyormuş meğer. Bir de şimdi gelmiş hepsini bize anlatıyor. Bir parka tünemiş, gelene geçene sesleniyor.

“Kaybolmak için mi gittin, bulunmak için mi?
Bulmak için.
Ama nereyi, bilmiyorum.”
Mutlu insanlar nerede yaşar? Peki mutlu kuşlar nerede yaşar? Mutlu bir Yıldız nerede yaşar?”

Künye:

Oyunun nasıl ortaya çıktığını size tekrar anlattırmak istemiyorum. Oyunun zaman içerisinde gelişimi ve değişimi konuşalım isterseniz.

Anıl Can Beydilli: Oyun çıktıktan sonra yapısal olarak çok fazla şey değişmedi. Sadece birkaç reji müdahalesi oldu çünkü oyun çıkana kadar zaten çok açık prova yaparak çalıştık. Oyun çıkmadan önce birçok şeyi sürekli değiştiriyorduk, bizi izleyenler geri bildirim veriyorlardı.

Mine Nur Şen: Sanırım değişen şey daha çok seyirciyle kurduğumuz ilişki oldu. Zamanla seyircinin oyundaki varlığı benim için daha belirgin hale geldi ve var olan durumla birlikte hareket edebilmeye başladım. Gitgide rahatladım, görev bilincinden uzaklaştıkça da daha çok keyif almaya başladım.

Anıl: Genelde oyunlarda oyuncular oyunu, karakteri ve hikayeyi çok iyi kavrıyorlar. Ama oyun seyirciyle buluştuktan sonra başka şeyleri fark etmeye başlıyorlar. Bazı anları bu şekilde keşfediyorlar çünkü seyircinin tepkisi ile—diyeceğim ama sadece gülmek yada gülmemek, fiziki bir reaksiyondan bahsetmiyorum—bir enerjiyle karşılaşıyorlar ve o enerji onlara bir şeyleri fark ettiriyor. Oynadıkça bazı boşluklar buluyor, o boşlukları değerlendirmeye başlıyorlar.

Bazı şeyleri daha fazla yapıyor, bazılarını daha az yapıyorlar. Bazen yönetmen olarak siz oyuncuyu bir şeye ikna edemiyorsunuz ama seyirci edebiliyor. Çünkü neyin nasıl çalıştığını oyuncu oynayarak daha iyi anlıyor. O yüzden oyun çıktıktan sonra, hani ilk on oyun falan beraber üzerinden geçiyoruz, ama ondan sonrasında oyuncu kendisi de anlıyor. Birçok oyuncu arkadaşım böyle aktarıyor. Mesela yüzüncü oyunda şunu anladım falan, çok oluyor. Zaten tiyatroyu canlı kılan da bu bence. Bir şeyleri fark etmeye, keşfetmeye hâlâ açık olmak, hem keyif almayı hem de haz duymayı artırıyor.

Prova süreçlerine ve yapım aşamasına dair bir günlük ya da blog tutuyor musunuz?

Anıl: Aslında bir sürü şeyin kaydı var bence, ama senin bahsettiğin gibi tutmuyoruz.Her provadan çıkan reji notları oluyor. Bazı günler aynı gün içinde on tane radikal karar aldığımız oluyor. Bir hareketten vazgeçip yeni bir şey ekliyor, sonra eklediğimizden vazgeçip prömiyerden üç prova öncesinde başka bir şey getiriyorduk.

Mine: Yardımcı yönetmenimiz Elif Tekinyer’in çok güzel bir prova notları arşivi var. Geriye dönüp baktığımızda süreci çok iyi yansıtıyor bence. Genelde provalardan sonra eve gidip o notlara geri dönüp baktığımda, denediğimiz çoğu şeyin sahnede kalmadığını fark ediyordum. Başta bir şey denemişiz, sonra başka bir şey, sonra tekrar farklı bir şey... Provanın sonunda hepsinden vazgeçmişiz ama. Varsayalım, 10 gün sonra Anıl geçmişten bir şeyi tekrar gündeme getiriyordu ve zamanında deneyip vazgeçtiğimiz şeyler bir anda oyunun farklı bir yeri için çok anlamlı hale geliyordu. Prova notları ve süreci esnek tutup denemeye devam etmemiz karmaşık olan birçok şeyi zamanla bütünlüklü bir halde görmemizi sağladı.

Ne kadar sürede bir oyun tamamlanıyor ya da siz kendinize ne kadar süre veriyorsunuz? Bu oyun için ne kadardı bu süre?

Anıl: Oyundan oyuna değişir. Biz bu oyunu üç ay çalıştık, ama onun öncesinde bir buçuk-iki buçuk ay kadar metin üzerinde çalıştık. Bir oyunun neye ihtiyacı olduğu değişebiliyor. Mesela bu oyunda, metnin sahnede denenip dönüştürüleceği şeyler belliydi, ama yine de öngörülemez tarafları vardı. Biz üç aylık bir süre planlamıştık. Mesela bir oyunda hareket tasarımı ya da koreografi olacaksa, ayrıca çalışılması gerekiyor, o da süreyi etkiler. Süre oyunun gereksinimlerine göre değişiyor. Tarih koymak, prömiyer tarihini belirlemek önemli. İnsan herhalde ancak öyle çalışıyor. Belki Türklükle de alakalı olabilir, bilmiyorum. Bir tarih koyunca, (gülüyor), bir ay sonraya da koysan oyun çıkıyor.

Mine: Oyuna başlarken prömiyer tarihini belirlemek önemli bence. Bazı işlerin kendi sürecine ve zamanına ihtiyacı olabilir elbette.. Ama ben sanırım sürecin planlı olduğu çalışma düzenine daha uygun biriyim.

Anıl: Prömiyer tarihini belirlemek güzel bir motivasyon oluyor. Oyuncular ve ekip birbirini tanımıyorsa ilk iki-üç hafta kabasıyla sahne çalışıyoruz. Bu birbirimizi görmemizi sağlıyor. Oyuncular nasıl çalışıyor, neler onları yaratıcı olarak tetikliyor, birlikte nasıl bir dil kurabiliyoruz bunları deneyimliyoruz. Provayı dörde böleceksek, ilk dörtte birinde sahne çalışıyoruz ama bir yandan da görüyoruz ne oluyor, ne bitiyor. İkinci dörtte biri malzeme üretmek; ne için kullanacağımız önemli değil, belki kullanmayacağız da ama malzeme üretmek biraz da eğlenmeye sebep oluyor. Yaratıcı olarak tetikleyen bir şey oluyor. Üçüncü bölüm, işte o malzemeleri bir kompozisyon haline getirmek; dördüncü bölüm ise o kompozisyonu iyice keskinleştirip tasarımlarla birleştirmek gibi. Benim kafamda böyle bir yapı var.

Eğlenmekte bu işin yani önemli parçası sanıyorum.

Anıl: Tabi. Ekip provalarda bana çok kızıyordu. “Anıl şaka yapma, artık oyuna şaka eklemeyelim” diye. Çünkü atacağız onları, belli.

Mine: (Gülüyor) Evet, evet. Ya da sadece kendisi eğlenmek için şaka ekleyip birkaç prova sonra eklediği şakaları atıyordu.

Bir tanesini anlatmak ister misiniz?

Anıl: İzleyenlerin bileceği üzere, Yıldız oyunda esnafla bir ilişki kuruyor. O sahne için dedim ki, “esnaf Yıldız’a şarkı söyletsin,” ve oyunda Galatasaray-Fenerbahçe muhabbeti var o dönem, birileri sinir oluyor tabi. Orada “Icardi’nin aşkın olayım”ını söyle dedim.

Mine: Biz bir süre Yıldız’ın Esnaflara “aşkın olayım”ı söylemesi için bir sekans yaratmaya çalıştık. Çeşit çeşit haller denedik. “Uzun zamandır aynı şarkıyı söylüyor, şarkıyı söylemekten bıkmış, o da söylemeyi seviyor, fenerbahçelileri gıcık etmek üzere söylüyor vs.” gibi koşullar koyduk. Bunun bir gündem olmasına çok gülüyorum. Ben de ilk başta çok eğlenmiştim bu denemelerde. Ama bir süre sonra baktım sadece Anıl ve ben eğleniyoruz. Ekipteki herkes çok rahatsız durumdan ve ne zaman atılacak diye bekliyor. Bir süre sonra ben de ekipten etkilendim tabi. Herkes utanarak izleyince sizi, siz de yaptığınız şeyden utanmaya başlıyorsunuz.

Anıl: İnadına atmadım bu şakayı uzun bir süre ve herkes telaşla her provanın başında “Anıl, akış alıyoruz, kalacak mı bu sahne?” diye soruyordu. Mine de “ gerçekten yapacak mıyım?” diye soruyor. Ankara’dan dramaturgumuz Yaşam geldiğinde ekipteki herkes Yaşam’la “Şu işi çöz artık” diye konuştu. Prömiyere yakın bir zamanda “Tamam, atacağım,” dedim ama çok uzun bir süre tuttuk bu şakayı. Ama onu tutmanın güzelliği şuydu: Sanki tek sorun oymuş gibi, herkes ona odaklanıyordu, ben diğer sorunlara odaklanabildim. (Gülüyorlar)

Artistik yaratım sürecinde tekrar tekrar başvurduğunuz kaynaklar nelerdi bu oyun için? Arka planda bir okuma listesi ya da işte bir metot, bir teknik kullandınız mı?

Anıl: Ben provadan önce oyunun kavramlarını tartışmaya, o kavramlardan yola çıkarak insanların kendi okumalarını yapıp getirip anlatmalarını sağlamaya çalışıyorum.

Mine: Bence bu ihtiyaç oyundan oyuna değişir. “Yıldız” özelinde herkesin kendinden bir şeyleri oyuna dahil ettiği bir süreç oldu. Hikaye, ekipteki herkese çok kişisel, farklı yerlerden dokunuyor. Bu yüzden provalara da kişisel varoluş halimiz dahil oldu. Sadece yaşanmışlık değil; herkesin gördüğü, okuduğu her şeyden, tiyatro yaklaşımından, kendi kişisel dertlerinden de beslendi oyun. Bu oyun zaten buna ihtiyaç duyuyordu bence.

Yıldız’ın çok naif ve içten bir anlatısı var. İnsan/hayvan ikiliği yaratmaya gerek var mı bilmiyorum ama bir kuşun gözünden insanların dünyasının, oyundaki aile ilişkilerinin, şehrin karmaşasını görmemiz anlatik bir çerçeve katıyor sanki. Yıldız’ın ilk defa evden çıkmış bir kuş olarak sokakla ilk karşılaşması ve bu karşılaşmanın yarattığı heyecana şahit oluyoruz. Aidiyet meselesine, ötekileştirilme ve dışlanma meselelerine çok yalın bir yerden değiniyor. Bir yandan izlerken bana göç hikayeleriyle paralel okunabilecek bir hikaye gibi geldi. En azından benim bu hissimi 2.5 sene yurtdışında yaşamış olmam etkilemiş olabilir. Oyunun size kişisel olarak nerelerden dokunduğunu merak ediyorum. Bu oyun size nasıl bir yerden temas ediyor?

Anıl: İnsan merkezci bakışın dışına çıkmak açısından da güzel geliyor. Herkesin kendi yaşanmışlığına dokunma potansiyeli oluyor biraz, çünkü net bir kalıp yok.

Mine: Bir kuş deneyimini hiçbirimiz bilmiyoruz; bilmediğimiz bir şeyi izliyoruz. O yüzden reji, diyaloglar, karakterin varlığı, hepsi bize kendi duyacağımız yerden duymamızı sağlıyor. Yani , izlediğimiz şeyi kendi derdimizden duymamızı sağlıyor. Benim hoşuma giden bir şey bu.

Anıl: Oyunun çok güçlü bir teması var; Deniz’in orada yaptığı buluş, tek başına o kadar olasılık açıyor ki... Bir muhabbet kuşunun camdan dışarı atladığı andan itibaren çok fazla şey hissediyoruz. Konuşurken, çalışırken, düşünürken herkes kendi geçmişinden kaynaklara gidiyor ister istemez. Ve aslında evrensel bir yere varıyor.

Mine: Belki bir yandan bir kuş olarak doğalından garip bir varoluşu olduğu için, bir yerden bağ kurmamızı kolaylaştırıyor bu. Çünkü bence herkesin kendini “garip” bulduğu ve göstermediği halleri vardır. Yıldız’ın olduğu haliyle var olabilmesi çok ilham verici. Bunu da tercihen ya da yapabildiği için yapmıyor ama, öyle bir varlık ki zaten aksi mümkün değil. Böyle bakmak iyi hissettiriyor bana.

Anıl: Dışarıdan bir dramaturji ile çalışmaktan ziyade, yazarımız Deniz’in yarattığı o koşulları ne kadar beslersek, o kuşu da o kadar iyi ortaya çıkarabileceğimizi düşündük. Koşulları ne kadar zorlar, ne kadar çeşitlendirirsek, o kadar çok olasılığın açığa çıkacağını anladık. İki aylık hazırlık sürecinde bunu fark ettik. İnsan olmak, hayvan olmak, hayvanların içinde de daha az hayvan olmakla, yeterince kuş olmak, yeterince hayvan olmakla ilgili bir derdi var oyunun. Bütün bu olasılıkları beslediğimizde, kendi kendine o potansiyelini açığa çıkaracağını anlamıştık. Bu, oyunu naif kılan ya da doğru bir empati kurulmasını sağlayan , bağ kurulabilir yapan şey. Bunun kaynağı da dışarıdan bir dramaturji ile değil, içeriden yani o kuşun hikayesini ve koşullarını besleyerek yaptığımız şeyin çalışması.

Cesur’la (oyundaki başka bir kuş) ve diğer kuşlarla tanışması, sanki genç bir insanın kolayca yaşayabileceği türden karşılaşmalar gibi...

Mine: Evet, evet, ilk gördüğü kuşa aşık oluyor.Tam Yıldız’lık hareket.

O da yine bir çocukluk, bir naiflik ya da böyle bir, hani yine hayata karşı heyecanlı olma hali ve keşfetme haline dair, beni en çok etkileyen kısımlarından biri de o.

Mine: Dürtüsel olmak, Yıldız hayvan olduğu için çok rahat tutabildiğimiz bir koşuldu. Benim de yavaş yavaş provada keşfettiğim, yavaş yavaş içine girmeye başladığım bir hal. İlk akla gelenin dışında, belki de senin tanımladığın gibi çocuksu diyebileceğimiz, saçma diyebileceğimiz bir tepkiyi verebilme hali... Provalarda bunu çalışmak için çok güzel bir ortam oluşturdu Anıl ve kendimi çok özgür hissettim. Yetişkinlikle birlikte ilkel, güdüsel olandan uzaklaşıyoruz doğal olarak, sosyal koşullara adapte olabilme becerisi geliştiriyoruz. Ama sosyal varoluşumuz oyunculukta genel olarak pek işimize yaramıyor. Yıldız o anlamda bende önemli bir kas da geliştirdi.

Sahnede bir saat tek başına performans sergilemek nasıl bir his? Sence bu, oyunculuğuna ne gibi katkılar sağladı, Yıldız’ın rolü açısından?

Mine: Yaşım........

© Bianet