menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gitmeli bu şehirden

29 1
06.09.2025

Hangi şehirden?

Elbette İstanbul’dan!

Gündemde bireyin ve toplumun hayatını alabildiğine ilgilendiren, birçok sorunla kuşatılmış bir düzenin içerisinde bunca dert varken, bir şehirden gitme konusunun ne önemi var ki, denilebilir.

Halbuki İstanbul’un gündelik hayatından söz etmek tam da topluma dayatılan bir sorunun sistemin bir parçası olduğuna işaret etmektir.

İstanbul’da yaşamını kuran, geçimini bu şehirden sağlayan, çocuklarını burada okutan insanlara diyecek bir sözüm yok. Sözüm “ununu elemiş, eleğini asmış” deyimine göre, İstanbul’da yaşamasının zorunlu olmadığı koşullardaki insanlaradır.

Kim bilir kaç kişi İstanbul’dan gitmeyi düşündü, düşünüyor.

Başta maddi imkanlara bağlı olması nedeniyle gitmek de kolay değil.

O İstanbul ki, onlarca medeniyetin beşiğidir. O İstanbul ki, çok sayıda şiirin, öykünün, romanın konusu olmuş. O İstanbul ki, dünyanın başka şehirlerinde bulunmayan özgün bir tarihe ve coğrafi konuma sahip. Napolyon’un “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu" sözü, İstanbul için en güzel ve özlü bir tanımdır.

İstanbul, şehirlerin kraliçesiydi.

Neden böylesine güzel bir şehirden gidilmek istenir ki?

Artık o kraliçeyi tahtına, tacına varıncaya kadar öyle bozmuş, hırpalamış, kirletmişiz, bedenini öyle tanınmaz hale sokmuşuz ki, geriye hırpani, çürümüş, kokuşmuş bir ceset bırakmışız.

Sorun yalnızca şehrin betona boğulmasında değil, en az bunun kadar, öteden beri şehrin insan unsurundan da kaynaklı bir kirliliğin varlığında yatıyor.

Bu kültürel erozyonun temelinde kırdan kente göçün kente uyumunu sağlayacak koşulların oluşturulmaması ve 20. yüzyıldan bu yana şehirdeki azınlıklar nüfusunun tasfiyesiyle renklerin ve şehir kültürünün yok edilmesi de yatıyor.

Yıllar önce İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı Tayfun Kahraman ile bir dergi için röportaj yapmıştım. Orada Kahraman’a “İstanbul’a yoğun nüfus yığılmasının olduğu ortamda doğru bir kent planlaması yapılabilir mi?” diye sormuştum.

Kahraman, "İstanbul’un planlaması Türkiye’nin tarımından sanayisine, ulaşımından ticaretine varıncaya kadar genel bir nüfus yerleşim planlamasından geçer" demişti.

“Bize plan değil, pilav lazımdır” diyen demagojik ve popülist siyaset gereğince İstanbul, hep bir rant alanı olarak görüldü. Siyasetçi, bürokrat, iş insanı üçlemesi kasalarını doldurmak için İstanbul’u tepe tepe kullandılar. Hele şu son 30 yıldaki yapılaşma kadar bir yıkım görülmedi. Rantiye ekonomisinin gözlüğünde insana yer yoktur. Hal böyle olunca ortaya kaotik bir şehir çıktı.

Balık baştan koktu ve koku bütün vücudu sardı.

İstanbul’da yaşamak artık bir yük.

Antik dönemde Asos’a deniz yoluyla gidenler için şöyle denirmiş: “Asos’a tırmanan, ölüsünü sırtında taşır.” İstanbul’da yaşamak da kişinin kendi cesedini sırtında taşımasının ağırlığı hissini veriyor.

Ne zaman bu şehirden gitmeyi düşünsem, aklıma Konstantinos Kavafis’in “Kent” şiiriyle Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri düşer.

Hüznün şairi Kavafis:

“Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.”
diyene karşı,

“Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak.”
diye cevap verir.

Nereye gidersen git, sen kendinle gideceğin için, hayatını yeni baştan kuramazsın diyen Kavafis’in karamsarlığına “Tebdili mekânda ferahlık vardır.” anlayışı gereğince katılmayabilirsiniz.

Fakat düşünürüm,yeni yerler bulabilir miyim? diye.

İstanbul’un üzerine yoğun bir sis tabakasının çökmesinden esinlenen Tevfik Fikret, yazdığı “Sis” şiirinde İstanbul’un sefaletinden, Abdülhamit istibdadından, yönetimin çürümüşlüğünden, toplumdaki bozulmadan kaynaklı kirlenmeyi anlatarak, “Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir. Örtün ve sonsuza kadar uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” diyerek sisin İstanbul’u örtmesini olumlar.

Fikret’in İstanbul heyulasının, 124 yıl sonrası İstanbul’unda da devam hissiyatı, bana ve daha nicelerine bu şehirden gitmeyi düşündürtüyor.

Fikret ve arkadaşları daha sonraları Yakup Kadri ve arkadaşları da İstanbul’u terk ederek bir çiftlikte yaşamayı düşünmüşler. Ancak gidememişler.

Kolay değil ama köklü kararlar alarak yola düşmeyi de bilmeli insan.

Fakat bir başka sorun var: 2000’lerin Türkiye’sinde toplumsal bozulmanın daha bir arttığı ve bunun sonucu olarak hemen her yerde bulunan, benzer formdaki insan unsuru.

Bir ülkenin sistemi A’dan Z’ye bozuksa, o toplumdaki insan unsurunun bozulmaması mümkün mü?

Sistem kendi rayicini yani hukuksuzluğu, adaletsizliği, düşene bir tekme de sen vur anlayışını, rüşveti, empati yoksunluğunu, ahlaki yozlaşmayı, umutsuzluğu, zorbalığı, torpili, soygunculuğu, talanı, iktidara yaslanmayanların ezilmesini dayatıyorsa; bütün bu çürümüşlüğün karşısında toplum da kendini bu rayice uydurur. İşte insan unsurunun bozulması tam da bundandır.

Sistemin bozukluğu karşısında kendini koruyan erdemli insanlar elbette vardır. Ancak genel olarak toplumsal hayatımız, bu kaotik ortamda debelenmekten ibaret.

İstanbul böyledir de ülkenin başka yerleri bu çürümüşlükten muaf mıdır? Değildir. Nereye giderseniz gidiniz, karşınıza bu çürümüşlük çıkar.

Trafikteki zorbalar her yerdeler. Aynı binada ortak yaşam kültüründen yoksun gürültücü, ortak alan gaspçısı zorbalar her yerdeler. Sokağına, parkına tükürenler her yerdeler.

Başkasının hakkına saygı göstermeyen, empati kurmayan, her koşulda kendini haklı gören, şiddeti bir yaşam biçimi edinen, yavuz hırsız ev sahibini bastırır tavrına sahip zorbalar her yerdeler.

Basit gibi görünen ama bir yaşam kültürünün bozulmuşluğuna en çarpıcı örneklerden biri de çevrenin çöpe boğulmasıdır. Dağın başında, ormanda, bir su kaynağında, seyir terasında, plajlarda, yol boyunda pet şişelerden, naylon torbalardan, yiyecek artıklarından, sigara paketlerinden, konserve kutularından, ambalaj atıklarından yığılı çöp birikintileri var.

Yiyeceklerini, içeceklerini getirdikleri torbalara atıklarını doldurmayıp çevreye bırakan bir anlayışın insana, diğer canlılara ve doğaya saygısı olur mu? Gerçekten akıl alacak gibi değil.

Sistem suçlu, balık baştan kokar tamam da insanın ‘doğru’ ve erdemli bir yaşamı kurma sorumluluğu vardır. Her sorunu sisteme yıkmak, bir kolaycılık ve sorumsuzluk değil mi?

Haydi anladık (kabullenmek anlamında değil elbette), sermayenin çıkarına iktidarın çevreyi her açıdan tahrip etmesini. Ya biz bireyler olarak havaya, suya, toprağa, diğer canlılara, bitkilere, ormanlara, arkeolojik eserlere karşı bir sorumluluğumuz yok mu?

Şu acı soru gelip takılıyor aklıma: Bizler gerçekten İstanbul’a ve kadim uygarlıkların yaşadığı bu coğrafyaya hakkını veriyor muyuz?

Gitmeli bu şehirden derken, işte bu gerçekler karşısında Cuma’sız bir Robinson Crusoe olmak da korkutuyor beni.

(HŞ/HA)

Soğuk bir kış günüydü. Onkoloji polikliniğinde kimi hastalara tedavinin olumlu sonuçlarını anlatıyor, birlikte umutlanıyorduk. Kimi hastalarda ise belirsiz geleceğin ağırlığını, tükenen umutları yakınlarına çaresizlik içinde dile getiriyor, onları teselli etmeye çalışıyorduk. O gün, daha önce hikâyesine kısmen aşina olduğum bir hastayı karşılayacaktım. Bir şekilde avukatıyla haberleşmiş, otuz yılı aşan bir mahkumiyetin ardından iki gün önce serbest bırakıldığını öğrenmiştim.

Onun hikâyesi, Türkiye cezaevlerinde sessizce ölüme terk edilen yüzlerce hasta mahpusun ortak hikâyesinden yalnızca biriydi.

Kapıdan içeri girdiğinde, yaşının olgunluğunu taşıyan, dingin ama sözlerinin ağırlığını hissettiren kararlı bir yüz ifadesiyle masama yaklaştı. Elimi sıktı; tanışma ve hal hatır faslının ardından, güven ilişkimizin temeli atıldı. Yaşamının sonuna dek sürecek bu hasta-hekim güveni içinde bana dönerek şunları söyledi:

“Mamoste, ben dışarıya ölmek için değil, yaşamak için çıktım.”

Bu söz, yalnızca bir hastanın değil, cezaevlerinde yıllardır sağlık hakkı ellerinden alınan, geciken tanı ve tedavi nedeniyle ölüme terk edilen yüzlerce mahpusun haykırışıydı.

Bu söz bana bir başka sesi, modern Kürt edebiyatının öncü yazarlarından Mehmed Uzun’u hatırlattı. Edebi yaşamını sürgünde şekillendiren Uzun, roman, deneme ve çeviri çalışmalarıyla........

© Bianet