En güzel mümkünlerin kıyısında
Savaş korkakların işidir, derdi annem. Erkek çocuklarını savaştan korumak için mi söylemişti bunu, bilmiyorum. Ama bir oğlu safını iyice belli edip de birilerini düşman belleyip kinini büyütmeye koyulurken “Oğlum yazıktır, onların da anası var” derdi. Hiç tanımadığı bir annenin yaşayacağı muhtemel acıyı hissederdi yüreğinde.
Ayırt etmeksizin yiten bütün canlara ağlardı. (“Gecenin geç saatlerinde / Sayıyordu telgraf telleri / Savaş alanında kalan ölüleri / O zaman dost ve düşman sessizleşti/ Yalnız analar ağladı / Her iki yanda” - Bertolt Brecht).
Biz, tarihin tozlu raflarından aldığımız kitaplardan ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, sömürgeci uluslar-sömürge halklar, bağımsızlık savaşı, özgürlük temalı yarım yamalak nutuklar çekerdik ezber ettiğimiz cümlelerle. Annem sabırla dinlerdi sonuna kadar.
Sonra kendi sözlü tarihinden derlediği soruları sorardı. Savaşta ısrar edenlerin neden çocuklarını savaştan kaçırdıklarını, neden kendilerinin cepheye gitmediğini ve neden savaşta varsılların giderek varsıllaşıp, yoksullarınsa giderek yoksullaştığını yorulmadan sorardı. (Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır - Emma Goldman).
Savaş, bir noktadan sonra kimin haklı kimin haksız olduğundan çok geride bıraktıklarıyla konuşulmaya başlar. İnsanlar giderek alışırlar yarım yamalak bedenler görmeye.
Gözyaşlarına karşı giderek duyarsızlaşırlar ve ateş sadece düştüğü yeri yakar, çevreye sıçrayan alevler saman alevinden başka bir şey değildir.
Kesik uzuvlar, yaralı bedenler, hasta ruhlar, yarım kalmış hayatlar, heba edilmiş gelecekler, suya düşmüş hayaller, elde kalmış hayal kırıntıları… Savaş sadece dünümüzü işgal etmekle kalmaz, bugünümüzü zehirler ve geleceğimizi de rehin alır.
Savaşı kimler istiyor buna dikkat çekmeli. Savaş çığırtkanları, barış karşıtları hep benzer şeyler söyler. Toprak kanla sulanmaya devam etsin ister silah tüccarları, kanla sulanmayan toprağın vatan olmadığını söylerler. Hatipler ağızlarından köpükler saça saça “Kan, kan, şehit kanı! Kutsal vatan” der. Hacılar, hocalar cennetin anahtarını teslim eder ölü bedenlere. Ölü bedenlerin elleri kıpırtısız. Ölü bedenler ağızlarını açabilseler bir küfür savuracaklar savaş çığırtkanlarına.
Annem barışın neden teslim olup onursuzca yaşamak demek olmadığını, aslolanın insanı ölüme sürmek değil onu onuruyla yaşatmak ve yaşarken özgür kılmak olduğunu tane tane anlatırdı.
Köydeki abuk sabuk kavgalardan doğan kan davalarının nasıl da nesiller boyu insanların yüreğine acılar ektiğini, yerinden yurdundan ettiğini, nice insanı yarsız, çocuksuz, annesiz babasız bıraktığını ve kötülüğün nasıl da böylece taht kurduğunu masalsı bir dille anlatırdı. Savaşları “büyük köylü kavgaları” diye tanımlardı.
Annem barışı anlattıkça bizim süngülerimiz bir bir düşerdi ve ruhsuz teorilerimizin yerine, ete kemiğe bürünmüş bir yaşama sevinci, her canlının yaşama hakkını savunmanın insanın birincil sorumluluğu olduğu gerçeği gelip otururdu. İçimizdeki en ilkel yanımız olan, kahramanlık destanlarıyla, al kanlarımızla beslediğimiz doymak bilmeyen savaş canavarı annemin barışçıl diline daha fazla karşı koyamayıp pes ediyordu işte. (Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi - Stefan Zweig).
Peki, barış deyince ne anlıyorsunuz? Barış, insanın kendi adını, dilini, kültürünü gizlediği; açıklamaktan korktuğu, sustuğu, sinesine çektiği bir durum değildir.
Barış, sadece ve sadece........
© Bianet
