menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir barış ihtimali olarak Sırrı Süreyya Önder

18 1
10.05.2025

Binlerce yıllık bir varoluş tarihini düşününce insan ömrü nedir ki sahiden? “Hayat bir türküye sığacak kadar kısa. Gerçekten. Sonsuzluk karşısında 1 ile 100 arasındaki fark çok izafi.” Her insanın ömrü kendi çapında kıymetli oluyor. Ailesi, akrabaları ve birkaç arkadaşı, komşusu dışında kimsenin hayatına dokunmadan ömürlerini geçiren insanlar var. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Sadece bir saptama. Ama bazı insanların çapı ise kendini katbekat aşıyor. Çevreleri, tıpkı yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi genişledikçe genişliyor. Geçtiği yere, dokunduğu her insana bir iz bırakıyor. Bu izler türlü türlüdür. Muhatabı farklılaştıkça izler de değişiyor elbette. Sırrı Süreyya Önder bu ikinci gruptandı işte. Bıraktığı izlere gelince; bir film, bir türkü, bir rol, bir yazı, anlattığı bir hikâye, okuduğu bir şiir, yaptığı bir espri, bir fotoğraf, bir görüntü, sıcak bir merhaba, bir dertle hemhal olduğunu gösteren bir ifade, hınzırca bir gülümseme… Uzar gider böyle.

“İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” diyor ya Edip, işte belki tam da bu yüzden Sırrı Süreyya içine doğduğu ailenin ve toplumun farklı düşüncelerini, inançlarını, dillerini aklından, yüreğinden süzmüş, bir kaleydoskop gibi renk cümbüşüne bürümüş, Gülten’ce “insan sorumluluktur” diyerek o sorumluluğu yüklenmiş, hayatı boyunca o yükü bir şekilde o yüklere yabancı birilerine pay etme yoluna düşmüş, farklı mahallelerin sakinlerinin yoldaşı, baboşu, gardaşı, arkadaşı, Sırrı abisi olmuş. Böylece insana ancak sıfat olabilecekken insan kavramının yerine geçen kimliklerin sınırlarını ihlal etmiş, o sınırları aşmış ve asla bir araya gelmez denilen insanları bir araya getirmiştir. Cenaze törenine katılanlara, çelenk gönderenlere, sosyal medyada paylaşanlara, ona dair konuşanlara, yazanlara ve de susanlara bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.

Onu kimimiz Beynelmilel ile, kimimiz BirGün ve Radikal’deki yazılarıyla, kimimiz Meksika Sınırı ve Kafa Dengi programlarıyla, kimimiz oyunculuğuyla, kimimiz milletvekili olduğunda veya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığında, kimimiz birinci ve ikinci barış süreçleriyle, kimimiz Gezi’yle tanıdık. Kimimiz çok sevdiği türküleri söylerken veya bir enstrümanla şarkılara eşlik ederken, kimimiz komşuluktan, işten güçten kimimiz. Onu tanıma biçimlerimiz o kadar çeşitliydi ki adeta bir renk cümbüşüydü. Her nasıl ve nerede tanıdıysak onu sevdik, ona güldük, açıp açıp videolarını izledik, anlattık birbirimize.

Bir televizyon programında cumhuriyete dair sarf ettiği sözler devletin resmi ideolojisinin ( “Türk Sünni erkek” olarak özetleyebiliriz) sınırlarına hapsolmuşları çileden çıkardı. Öyle ki ne duyduklarını anladılar/anlamak istediler, ne de anlamak için zerrece çabaları oldu. Çünkü bu yönlü bir çaba kendi konforlu alanlarını daraltacak, belki de putlarını yıkacaktı. Peki ne demişti Sırrı Süreyya Önder? Olduğu gibi aktarayım:

“Bunun neresi Cumhuriyet? Alın, tepe tepe kullanın. Biz bundan hiçbir hayır bereket görmemişiz ki neyini buna borçlu olacakmışız. Ben hiçbir şeyimi buna borçlu değilim. Ben ne zaman konuşsam bedel ödemişim ya. 50 yaşına gelmişim. Bu ülkede ben ve benim gibi düşünenler ne zaman konuşmuşlarsa bedel ödemişler, ne iş yapmışlarsa bedel ödemişler, sürgünler, hapisler, ölümler… Ben bu cumhuriyetin ne hayrını görmüşüm? Yani ben bunu niye bir iman haline getireyim, tapılacak neresi var benim açımdan? Konya’daki yoksul köylüye ne faydası olmuş, Zonguldak’taki işçiye ne faydası olmuş, Diyarbekir’deki Kürt’e ne faydası olmuş? Biz kavramını daraltmış, daraltmış teke indirgemiş: Tek millet, tek mezhep, tek cinsiyet. Al sana cumhuriyetin tarifi. Erkek olacaksın, Sünni olacaksın ve şey olacaksın… Öbürü neydi ya unuttum… Türk olacaksın. Dert başka bir yerde kardeşim. Bu kadar biz kavramının içini boşaltmış bir şeyden hayırla bahsetmek, onu hayırla yad etmek bu topraklarda aydınlanma uğruna, bu topraklarda daha iyi bir hayatı mümkün kılma uğruna toprağın altına giren, hapishaneleri dolduran insanlara büyük haksızlık. Neyin borcu? Benim hiçbir borcum yok. Dünya kadar alacağım var, dünya kadar alacağım var. Bana haram etmiş bu ülkede yaşamayı. Sadece bana değil ya, bu ülkede Kürt’sen, Çingene’ysen, Rum’san, Ermeni’ysen, eşcinselsen, inanç sahibiysen bu cumhuriyetin sabıkası bunlara zulmün tarihi. Neyini borçlu olacağım ki? Borcu olan ödesin. İnsan doğuştan sahip olduğu şeyleri talep etmiş diye, eşitlik talep etmiş, adalet talep etmiş diye bu kadar zulüm reva mı?”

Bu konuşmadan cumhuriyet düşmanlığı değil, olsa olsa elitlerin, belli bir zümrenin, tek tipçi bir cumhuriyetin düşmanlığı çıkar. Bir başka deyişle bu konuşmadan Sırrı Süreyya Önder’in tasavvur ettiği, herkesin olan bir cumhuriyet çıkar.

Özellikle yeni barış süreci görüşmelerindeki rolüyle de çokça hedef tahtasına kondu Sırrı Süreyya. Peki onun derdi neydi?
"Mutlunun mutsuza borcu var." diyen bir insan kayıtsız kalabilir mi gördüğü, duyduğu, okuduğu, sezdiği haksızlıklara? Bir tek çocuk, eş, sevgili, anne, baba, dost, kardeş, arkadaş dahi gözyaşı dökmesin diye değil mi barış için harcanan çaba? Barışı kurmak kolay değil, kavga, şiddet hep daha kolay. Sırrı Süreyya Önder zor olanı seçti, "Bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse barış umudu vardır," diyerek konforundan vazgeçti. "Yüreğimiz elimizde geziyoruz barış için,” dediği gün kalp krizi riski geçirdiğini öğrendik Selahattin Demirtaş’ın mektubundan. "Hısım değil hasım olmamızı isteyenlere, gençlerimizin canını hiçe sayanlara, ekmeğimize, aşımıza göz koyanlara yuh." diyordu ta yıllar öncesinden, bir seçim çalışmasından.

“Bizler bu meseleye dair bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen vicdanlı insanlarız. Eğer suya sabuna dokunmadan yaşamayı tercih etseydik, hepimiz kendi alanımızda en iyisi olurduk.” Yazdığı yazıları, senaryoları, çektiği filmleri, birkaç enstrüman çalacak düzeyde müzikle........

© Bianet