Benim annem cumartesi, elinde solmuş bir resim
"Benim evladım gelir diye kapıyı, bacayı açık bıraktım.
Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi.
Benim çocuğum ölmüşse cenazesini bana versinler."[1]
Aristoteles, o ünlü Politika adlı eserinde yönetim şekillerini ve iyi bir anayasanın nasıl olması gerektiğini incelerken, bir yönetim şekli olan tiranlığa da ele alır. Kendi döneminde var olan ya da kendisinden önce var olmuş tiranlar için söylenegelen/söylenen şu önerileri aktarır:
“Tepeleri(sivrilenleri) kes ve bağımsız görüşleri olan adamlardan kurtul, toplumsal, kültürel ya da benzer amaçlarla derneklerde toplanmalarına izin verme; bunlar, bir tiranın sakınması gereken iki şeyin, bağımsızlıkla kendine güvenmenin serpilip gelişeceği yerlerdir, insanların birlikte bilgi edindikleri okullara ya da başka kurumlara izin verme ve genellikle birbirlerini iyi tanımamalarını sağla, çünkü bu aralarında karşılıklı güven yaratır.” (s.170)
2300 küsur yıl önce dile getirilmiş bu sözler sanki bugün söylenmiş gibi değil mi? Bu, Aristoteles’in büyüklüğünden, öngörüsünden kaynaklanan bir şey mi, yoksa bir toplumdaki egemenlerin tarih boyunca hep aynı yöntemlere başvurduğunun göstergesi midir? Sanırım her ikisi.
Kötülüğün, zulmün, sömürünün sürekliliğinden bahsetmek mümkün. Bu süreklilikteki, baskı araç ve yöntemlerinin benzerliği de ilgi çekicidir. Nasıl ki her anayasal düzende egemenler, kendi varlığını korumak için kimi tedbirler koyar, aynı şey tiranlık için de geçerlidir. Acaba, tiranlar tarih çöplüğünde yok olup gittiler mi, yoksa farklı coğrafyalarda farklı adlar altında hâlâ hüküm sürmekteler mi? “Devlet dersinde öldürülen çocukların” hayatlarına mal olmuştur bu sorunun cevabı.
Bütün baskıcı rejimler egemenliklerini kaybetmemek için benzer yöntemlere başvururlar. Bunlardan en önemlisi toplumsal hafızayı yok etmek veya yeniden dizayn etmektir. İşte bu dizaynın bir başka adı resmi ideolojidir.
Eğer bir yurttaş olarak devletinizin resmi ideolojisini ( dolayısıyla resmi tarihini) sorgulamıyorsanız, egemenlerin izin verdiği ölçüde özgürsünüzdür, aydınsınızdır. Egemenlerin doğruları sizin doğrularınız, onların düşman olarak gösterdiği herkes sizin düşmanınızdır.
İktidarlar değişir ama bir devrim veya çok köklü değişimler olmadığı sürece bir devletin resmi ideolojisi değişmez. Onlarca parti vardır mesela, birbirleriyle kıyasıya çatışıyor görünürler ama belirli meselelerde her daim hemfikirdirler. İşte o meseleler devletin resmi ideolojisinin sınırlarıdır.
Cumhuriyet, kurulduğundan beri ne yazık ki herkesin cumhuriyeti olamamıştır. Yüzyıllık değil, sadece son 30 yıllık Türkiye tarihine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Devlet dersinde öldürülen, kaybedilen insanların hikayelerine bakmanız yeterli olur. Yazının girişindeki sözleri dönüp tekrar okuyabilirsiniz. Ardından şunu okuyun.
“19 yaşındaki çocuğumun yaşam hakkını elinden aldılar. Mezar hakkını da aldılar. Benim de annelik hakkımı elimden aldılar. O benim tek evladımdı.”[2]
Bir filmde veya dizide bu sözleri işitseniz/izleseniz muhtemelen içinizi dağlar. Ama gerçek hayatta buna inanmakta güçlük çekersiniz. Çünkü resmi ideoloji size bu çığlığın “sizden” olmadığını söyler, “düşman” olduğunu söyler.
Eğer toplumun ekseriyeti Cumartesi Anneleri'nin çığlığını duysaydı, tam 30 yıldır yakınlarının akıbetini öğrenmek, kemiklerine ulaşmak (evet yanlış okumadınız), en azından bir mezarlarının olmasını istemek ve bu zulmü kendilerine yaşatanların ortaya çıkması ve cezalandırılmasını talep etmek olduğunu bilseydi bugün bambaşka bir ülkede yaşıyor olurduk.
Cumartesi Anneleri’nin ilk eyleminden (27 Mayıs 1995) bugüne yirmiye yakın hükümet değişmiş. Bugüne kadar hiçbir hükümet onların çığlığına kulak vermedi (bazıları “mış gibi” yaptı).
İşte bu da devlet dersi! Birkaç gün önce mücadelelerinin 30. yılıydı. Tam 30 yıldır çocuklarının, sevdiklerinin kemiklerini arıyorlar, onlara bir mezar vermek istiyorlar. O mezarlara gidip ölüleriyle dertleşmek, topraklarına sarılmak, çiçek ekmek, ağaç dikmek istiyorlar.
“kimi ana: sen içimde uyurken ne güzeldi uykum, şimdi sen yoksun ya, uyku nedir bilmem
kimi bacı: nasıl da yarım her şey, ayırdığım bütün kardeş payları çürüdü
bulamayınca seni
kimi yar: şimdi sen yoksun ya, dokunduğum her nesne seni taşıyor bana, yaşadığım her an sen oluyorum, sen gibi kayboluyorum, yaşamaya geç kalışım bundan”[3]
Yaslarını tutmak istiyorlar, yaslarını. Ama öyle bitmeyen bir yasa mahkum olmak değil, her insan gibi, bu ülkenin her yurttaşı gibi haklarıyla yaşamak istiyorlar.
Onlara bu zulmü yaşatanların hesap vermesini, sorumluların cezalandırılmasını ve bu cumhuriyetin kendilerinin de cumhuriyeti olmasını istiyorlar. Bütün baskılara, engellemelere rağmen 30 yıldır bunun için direniyorlar, susmuyorlar, boyun eğmiyorlar. Onların mücadelesi biraz da toplumsal hafızayı koruma mücadelesi değil midir?
“Anneler olmasa kim kimi severdi
saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci
yollar boyu, eskitilmiş alanlarda
solgun bir bedeni gezdirmedin Metin' in annesi”[4]
Zulüm nereden, kimden gelirse gelsin onun kimliğine, diline, dinine bakmaksızın lanetleyemiyor ve karşısında duramıyorsak insanlığımızdan şüphe edelim. Şüphe etmiyorsak zalimden yanayız.
“a.
ham meyvenin acısını taşıyan annem, oğluna giderdi
her cumartesi, her mevsim, her yıl giderdi
karanlığı yararak soytarıların kapısını kırarak giderdi”
1.
ben kaç cumartesi oturduysam orada, anneme ağladım
gözyaşından bir dağdı annem bilip de bilmezden geldiğiniz
günahınızı hatırlatan bir yas ayaklanmasaydı
siz şimdi kimin günahını nereye yaslayacaksınız
oturduğunuz o satranç tahtasının başında”[5]
(HÖ/EMK)
[1] Berfin Kırbayır (Berfo Ana) 33 yıl boyunca, 1980 darbesi sonrası gözaltına alınan ve kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’ı aradı. https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/02/130222_turkey_missing_mother
[2] Hanife Yıldız, 1995’te gözaltında kaybedilen 19 yaşındaki Murat Yıldız’ın annesi.
[3] Haden Öz, Madres de Plaza de Mayo şiirinden.
[4] Gülten Akın, Anneler İlahisi şiirinden.
[5] Özgün E. Bulut, Kayıp şiirinden.
Savaş korkakların işidir, derdi annem. Erkek çocuklarını savaştan korumak için mi söylemişti bunu, bilmiyorum. Ama bir oğlu safını iyice belli edip de birilerini düşman belleyip kinini büyütmeye koyulurken “Oğlum yazıktır, onların da anası var” derdi. Hiç tanımadığı bir annenin yaşayacağı muhtemel acıyı hissederdi yüreğinde.
Ayırt etmeksizin yiten bütün canlara ağlardı. (“Gecenin geç saatlerinde / Sayıyordu telgraf telleri / Savaş........© Bianet
