menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Taş ve muz

12 0
saturday

Mistik hikâyelerden kitaplı dinlere kadar insanın yaratılışı üzerine çok çeşitli inançlara şahit oldu yeryüzü. Mitolojide insanların, ilksel sulardan ya da tanrılara ait kan, gözyaşı ve çeşitli beden parçalarını örnek verebileceğimiz muhtelif malzemelerden yaratıldığına inanıldı.

İlahi dinlerde ise insanın balçıktan yaratıldığına inanılır. ‘Et ve kemik iyi bir malzeme midir?’ önemli bir tartışma konusu. Dayanıklı bir hammadde olmadığı kesin. Yeterince dayanıklı olmayan, ölüme mahkûm bu bedenle insan evladı varlığını sürdürmeye çalışıyor.

İnsan, en büyük travması olan ölümle baş edebilmek için çeşitli inançlara sarılıp ölümden sonra ebedi bir yaşamın kendisini beklediğine ya da ruh göçüne inanıyor. Muhtelif inançlar bu travmaya bir nebze ilaç olsa da bu dünyada ölümsüzlüğe ulaşma isteği hiç bitmiyor. İnsan ömrünü uzatma ve hatta ölümsüzlüğe ulaşma hayallerinin yol gösterdiği pek çok bilimsel çalışma yapıldı, yapılmaya da devam edecek gibi gözüküyor.

İnsan ömrü ve dayanıklılığına dair güzel bir Endonezya mitinden bahsetmeden olmaz: Başlangıçta gök, yere çok yakınken Tanrı ilk çifte armağanlarını ipe asarak gönderiyordu. Bir gün onlara bir taş gönderdi. Bu armağana şaşıran ilk çift bu hediyeyi yakışıksız buldu ve bu armağanı reddettiler. Bir süre sonra Tanrı ipin ucunda bir muz gönderdi. Bu armağan hemen kabul edildi. Atalar yaratıcının sesini duydular "Madem ki muzu seçtiniz hayatınızda bu meyvenin ömrü gibi olacak. Eğer taşı seçseydiniz hayatınız tıpkı taşın ömrü gibi değişmez ve ölümsüz olacaktı." [1]

Anlatılan bu vb. mistik efsanelerde insanın yaratılışı ve yapıldığı malzemeye ve bu malzemenin insan hayatını nasıl etkilediğine dair pek çok söylence mevcut. Kolektif bilinçdışı açısından çok kıymetli veriler sunan mitolojik hikayeler, teknoloji, iletişim ve ulaşımın bu kadar gelişmemiş olduğu dönemlerde dünyanın farklı coğrafyalarında ortak anlatıları barındırıyor olması bakımından çok önemlidir.

Neolitik devrim ile beraber gelen yerleşik hayata geçiş ve kültürün ortaya çıkması binlerce yıl içerisinde insan ömrünü uzatsa da, acı veya tatlı pek çok deneyim yaşamamızı sağlayan bedenlerimiz maalesef ki çok dayanıklı bir malzemeden müteşekkil değil. Taş ve muz mitinde olduğu gibi insan ömrü ve yazgısı tıpkı bitkilerinki gibi hassas, kırılgan ve geçici. Bitkilerde olduğu gibi insanların da döngüsel bir yazgıya sahip olduğuna dair inanışlar ölüm gibi baş edilmesi son derece zor bir olguyu nispeten de olsa katlanılır kılıyordu arkaik insanlar için.

İnsanların hayatı tahıllarınkine benzemektedir ve bu durumda güce ve sürekliliğe ölüm aracılığı ile ulaşılabilecektir. Ölüler tohumların kaderini paylaşma umuduyla Yeryüzü Ana'nın bağrına dönerler. Doğum, hayat, ölüm ve yeniden doğum döngüsü bu şekilde devam eder.

Tek tanrılı dinlerde olduğu gibi doğrusal bir zaman anlayışına sahip olmayan arkaik insanlarda ve onların mitlerinde doğum, ölüm ve yeniden doğum ritmini görürüz. Ölüler yaşamaya devam eder ve yaşayanlara yardım ettiğine inanılır.

Tarımın keşfi, paleolitik avcıların değerlerinde bir krize yol açar. Hayvan dünyası ile dinsel nitelikli ilişkinin yerini, insan ve bitki arasında mistik dayanışma adını verebileceğimiz bir olgu alır. Kadınlar bitkilerin evcilleştirilmesinde önemli bir rol oynadıkları için ekili alanların sahipleri olurlar ve kadın ve dişiliğin kutsallığı ilk sıraya yerleşir. Anayerli aileler ortaya çıkar ve erkek karısının evinde oturmak zorunda kalır. Toprağın bereketi kadının doğurganlığı ile uyumludur. Mahsulün bolluğundan kadınlar sorumludur çünkü yaratımın sırrını onlar bilmektedir.

Kadın toprakla, toprak döl yatağı ile özdeşleştirilir. Bitkinin yeniden çoğalarak doğmasını sağlayan gizem bitkinin ölümünü gerektirmektedir. Yeniden doğabilmek için ölmesi ve tohum vermesi gerekmektedir. İnsan yaşamının bitkilerle özdeşleştirilmesi çeşitli imgeler ve mecazlarla binlerce yıl boyunca şiiri ve felsefi düşünceyi beslemiştir. Modern insan için de aynı şey söz konusudur.

Tıpkı bitkiler gibi döngüsel bir yaşam anlayışına sahip arkaik insanlar sadece bitkilerle değil taşlarla da mistik bağ kurmuştur. Stonehenge'deki dev taşlardan oluşan megalit yapılar insana neden ve nasıl dikildikleri gibi sorular sordurtuyor kuşkusuz. Arkaik insanlar bu taş blokları dikerken neyi amaçlamışlardı. Dünyanın çeşitli bölgelerinde megalit, taştan yapılma mezarlara rastlanır. Bilim insanları taş mezarların büyük olasılıkla ölülerin ruhlarının bütünleştiği bir tür "yedek beden" olduğunu düşünüyor. [2]

Bitkiler gibi döngüsel, taşlar gibi güçlü ve sağlam.

Taştan bir "yedek beden" sonsuza kadar varolması için yapılmış bir bedendi. Taş mezarların içindeki taştan putlar, ataları sembolize ediyordu. Yine ölülere ait iskelet ya da küller gibi unsurlarla ölü, taşı canlandırıyor ve bu şekilde megalit mezar bitip tükenmek bilmeyen bir canlılık, yaşam ve güç kaynağına dönüşüyordu. Yani özetle insan bitki gibi hassas ve döngüsel, taş gibi sağlam ve ölümsüz oluyordu.

Çağlar geçtikçe insanlığın ölümle baş etme yöntemleri de değişti. Teknolojinin akıl almaz bir hızla ilerlediği yapay zeka çağında pek çok teknolojik gelişmeye şahit oluyoruz. Ölmüş yakınların dijital kopyalarını, başka bir deyişle avatarlarını üretebilmek mümkün, bu konu üzerinde çalışan şirketler var. Üretken yapay zeka, sosyal medyada paylaşılan görüntü ya da ses kayıtları gibi yayınlanmış içerikleri kullanarak daha önce hiç üretilmemiş içerikler yaratabiliyor. [3]

Ölmüş yakınınızın dijital kopyası ile iletişim kurmayı hedefleyen bu teknolojik gelişme henüz emekle aşamasında olsa da pek çok etik problemi beraberinde getirebilir. Ölümü kabullenmekte zorlanan insanlığın ölmüş yakınlarının dijital kopyaları ile bir nebze de olsa ölümlü olmanın getirdiği travma ile baş etmeye çalışıyor.

İbrahimi dinlerde döngüsel zaman anlayışı olmadığı ve zaman kavramı lineer olduğu için ölüme çare bulmak ve sonsuz yaşama kavuşmak için teknolojiye tutunuyoruz. Yaşlanmayı durduran ve hatta tersine çeviren teknolojiler üzerinde hayli çalışma var. Taştan yaratılmadık ama bilimkurgu filmlere konu olduğu gibi organik ve inorganik hammaddeden üretilmiş insan vücutları görmek hiç te hayal değil. Yapılan bilimsel çalışmalar, gelecekte üretilmesi muhtemel yapay organlar sayesinde ölümün çirkin yüzüne bakmaktan insanlığı kurtarabilecek mi?

Başka bir teknolojik gelişmeden daha bahsetmek istiyorum.

CL1 adı verilen bir biyobilgisayardan. Deri ya da kandan elde edilmiş beyin hücrelerinin yaşam destek ünitesi ile beraber bulunduğu bir biyobilgisayar. Avustralya'da kurulmuş Cortical Labs adlı şirketin piyasaya sürdüğü bir wetware yani ıslak donanım. Organoid adı verilen bu hücre yapıları tam olarak bir organ olmasa da biyobilgisayarın yaşam destek ünitesi içinde gönderilen elektrik sinyallerine tepki veriyor ve oyun oynamayı öğreniyor. [4]

Organik olanla organik olmayanın uyumlu birlikteliği. Silikon çip üzerine yerleştirilmiş beyin hücreleri öğrenebiliyor. Zaman içerisinde gelişen bu teknoloji ile yapay bir sistem üzerine yerleştirilmiş organik beyin hücrelerinin zamanla neye evrileceğini kestirmek güç. Cortical Labs firması tabaktaki beyin adını verdiği deneylerle bu küçük hücre yapılarına ödül ve ceza sistemi ile oyun oynamayı öğretiyor. Yani öğrenebilen bir sistem. Bu hücre yapıları zamanla organa dönüştürülebilir mi ya da bilinç kazanabilir mi?

Bir usb belleğe bilincini aktarıp uzayda sonsuza kadar yaşamayı hayal eden insanlık elde ettiği bu teknolojik gelişmelerle ölümsüzlük hayalini gerçekleştirebilir mi? Söz konusu biyobilgisayarda olduğu gibi organik ve inorganik yapıların bir arada çalıştığı bu teknoloji zamanla insan ve makine karışımı yapılara bizi götürür mü kim bilebilir. Matrix evreninde yıllar önce anlatılan bir dünyaya doğru mu gidiyoruz? Bu soruların cevaplarını sanıyorum çok ta uzun olmayan bir zaman diliminde alabiliriz.

Bitkilerdeki döngüsel zaman anlayışına geri dönersek, zamanla kurduğumuz ilişki inançlarla, kültürle ilişkimizi de belirliyor esasen. Arkaik toplumlardaki döngüsel zaman anlayışında, ölüm bir son olmadığı ve ölümün yeni bir hayatın kapısı olacağı inancı doğa ile kurulan ilişkiyi de belirliyor. Ölümsüzlüğe ulaşmak için ölümün gerekli olması. Bir döngü biter başka bir döngünün başlaması için ölüme ihtiyaç vardır. Günümüzde olduğu gibi bir tüketim anlayışının olmadığı o eski çağlarda doğayı kontrol etmek ona şekil verip araçsallaştırmak diye de bir şey yoktur.

Tek Tanrılı dinlerde zaman anlayışı döngüsel değil doğrusaldır ve doğa araçsallaştırılır. İnsan dışındaki her şey, insan için yaratılmıştır. Döngüsel bir varlık anlayışı söz konusu olmadığı için ruh göçü inancı Semavi dinlerde görülmez.

Doğrusal bir zaman anlayışında ölüm bir son olarak kabul edildiği için ölümden kurtulabilmek adına biyoteknolojiye bu kadar emek ve para harcanması da aslında son derece doğal.

İnsanın yaratıldığı malzeme evrimini ne şekilde etkilemiştir? Başka bir hammadde ile yaratılması mümkün olur muydu? Yıldızların bile ölüme mahkum olduğu bir evrende insan küçücük bir nokta bile değilken ölümsüzlüğün sırrına erişebilir mi? Ölümsüzlüğün sırrına vakıf olsa bile bu imkandan herkes yararlanabilir mi? Yaş ortalamasının hayli yükseldiği günümüzde bile sosyal güvenlik konusunda nasıl bir politika izlemek gerekir sorusu çok büyük önem arz ediyor.

En kritik sorun dünya nüfusunu beslemek için daha kaç gezegene ihtiyaç duyulacağı. Modern insanın ortaya çıkışından itibaren dünya nüfusunun 1 milyara ulaşması 200 bin sene aldı. 8 milyara ulaşması ise yaklaşık 200 sene içerisinde gerçekleşti. Doğrusal ve ilerlemeci bir hayat anlayışını benimseyen insanlığın nüfusu da bu anlayışa bağlı olarak hızla yükseldi. İnanç sistemimiz ve dünya görüşümüzün bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı ne ölçüde değiştirebileceğinin de kanıtı aynı zamanda bu veriler.

Dünya edebiyatının ilk başyapıtı Gılgamış Efsanesi, ölümsüzlük arayışının, başarıya ulaşmak için her türlü şansa sahip gibi görünen bir girişimin sonunda uğradığı başarısızlığın en heyecan verici öykülerinden biridir. Dünya nüfusunun korkunç boyutlara ulaştığı çağımızda bir çılgınlık gibi görünen ölümsüzlük arayışı ve bu konuda gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar insanlığı pek çok ölümcül hastalıktan kurtarabilir.

Bu durumda karşımıza çıkan en önemli sorun kaynak yetersizliği nasıl aşılır? Yıldızların bile ölümden kurtulamadığı bir evrende insanın taş gibi sağlam ve ölümsüz olması mümkün olacak mı? Ölümsüzlüğe çare bulmaya çalışan bilim insanları, Gılgamış'ın ölümsüzlük hayalini gerçekleştirebilecek mi sorusunun cevabını bize zaman gösterecek.

Kaynakça

[1] Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Mircea Eliade

[2] Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Mircea Eliade

[3] Evrim Ağacı Youtube Kanalı - Yapay Ruhlar, Ölümden Sonra Yaşamak İster miydiniz?

[4] Barış Özcan Youtube Kanalı - Beyin Hücreleri ile Çalışan Dünyanın İlk Bilgisayarı CL1 Satışa Çıktı?

(FÜ/HA)

“Tanrı çıngıraklı yılanı, kara kurbağayı ve vampiri yarattıktan sonra, elinde kalan en pis, en lanetli malzemeyle bir de grev kırıcıyı yaptı. Grev kırıcı dediğin, iki ayak üstünde gezen ama içi lime lime olmuş bir yaratık. Beyni su gibi, ruhu burulmuş bir vida sanki. Omurgası jöleden, tutkaldan... Kalbinin olması gereken yerdeyse, çürümüş ilkelerden oluşmuş koca bir ur taşır[1].”

Jack London

Geçtiğimiz hafta 23 bin İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB) işçisinin başlattığı grev ile birlikte “Grev kırıcılık nedir?” tartışması başladı.

İzBB Başkanı Cemil Tugay, grev süresince emek düşmanı söylemini şova dönüştürerek kameraların flaşı altında Kordon’da ‘çöp toplama’ şovu sahneledi. Söz konusu eylem sadece ucuz bir mizansen değildi, aynı zamanda bir grev kırıcılıktı. Yaptığı şovun bir grev-kırıcılık olduğunu duyunca bu sözlere çok içerlendi. Tugay, “Nasıl ya, ne demek grev kırıcılık?” ifadeleri ile bunun doğru bir itham olmadığını dile getirdi.

Oysa grev kırıcılık tam olarak buydu. Tepkilerle karşılaşan Tugay’ın -belki belagat eksikliği sebebiyle- grev kırıcılığın ne olup ne olmadığını tartışmaya açmaktan başka bir seçeneği yoktu. Yani sözleri, öyle fazla üzerinde durulacak kadar önemli değil. Ancak grev sonuçlanmış olsa da, kavramsal erozyonu önlemek adına ‘grev kırıcılığın’ ne olup ne olmadığını konuşmak gerekiyor.

Ancak dilerseniz bu kavramın tanımını yaptıktan sonra diğer bazı dillerdeki örnekler üzerinden giderek zihnimizde edindiği yeri çeşitlendirelim. Ne de olsa grev de grev kırıcılık da şu ya da bu sendikaya, ülkeye, dile ve hatta zaman dilimine ait olmayan kelimeler. Varlık nedenlerini de emek-sermaye çelişkisine borçlular. Jack London bir tanım yapmış ama hangi dilde grev kırıcısına ne denir?

Bu soruya vereceğimiz yanıtlar bizi emek mücadelesinin dikkat çekici köşelerine sürükleyecek.

En kaba tanımla grev, doğası üretimin ve büyük ölçeklerde hayatın durmasını amaçlar. Bu sayede işçi sınıf yaşamın çarklarını döndüren asıl gücün emek olduğunu ve bunun vurucu gücünü deneyimler.

Grev kırıcılık ise boş kalan yerlerin başkalarınca doldurulması halidir. Aslında bakarsanız grev kırıcılığın ne olduğunu en net haliyle çöp toplama günü bizzat Tugay dile getirdi: “Grev yapan insanlar işyerini terk eder ve evlerine gider. Sizin işinizi ben yapıyorum burada”. Özünde grev kırıcılık bu kadar basit, grevcinin işinin bir başkası tarafından yapılması. Bu kişi başka bir işçi de olabilir, belediye başkanı da.

Tanım sade olsa da üzerine söylenecek şey çok. Mesela İngilizcede ‘scab’ köken itibariyle ‘uyuz’ için kullanılan ancak zaman içinde argoda ‘grev kırıcı’ anlamı kazanan bir kelimedir. Jack London, 1915 yılında kaleme aldığı Bir Grev Kırıcıya Yergi (Ode to a Scab) şiirinde, bir grev kırıcıyı ‘beterin de beteri’ yapan pek çok neden olduğunu ifade ediyor. Başta kullandığımız alıntının devamında şöyle yazıyor:

“Esav doğuştan hakkını bir tas yemeğe sattı[2]. Yahuda, peygamberini otuz gümüşe[3]. Benedict Arnold, ülkesini bir rütbe uğruna satılığa çıkardı[4]. Ama grev kırıcı… O, her şeyini satar: hakkını, toprağını, karısını, çocuklarını, arkadaşlarını… İşverenin yalan dolan vaadi için hepsini gözden çıkarır. Esav kendine; Yahuda Tanrı’sına; Benedict Arnold vatanına ihanet etti. Grev kırıcıysa hem Tanrı’ya, hem vatanına, hem ailesine, hem de kendi sınıfına ihanet eder.”

İngilizce argoda grev kırıcı anlamına gelen pek çok başka ifade var, mesela blackleg (karabacak) da tıpkı uyuz gibi hayvanlarda görülen bir hastalıktan türer ve grev kırıcı anlamı kazanır. Bunun yanı sıra rat (sıçan) gibi yine hastalık saçan bir hayvan da işçilerin argosunda sıkça kullanılır.

Bu kelimelere sadece Anglofon ülkelerdeki duvar yazılarında değil, işçi şarkılarında da rastlıyoruz.

Mesela ünlü ABD’li folk sanatçısı Pete Seeger’ın Casey Jones (The Union Scab) isimli şarkısını, ya da daha doğrusu 1911 tarihinde bu dizeleri yazan ünlü ABD’li işçi ozanı Joe Hill’in[5] şiirini ele alalım.

Hill, bu şarkısında Güney Pasifik Demiryolundaki grevci işçilerin değil de Casey Jones isimli bir grev kırıcının hikayesini anlatmayı tercih eder. Greve sırtını dönüp, çifte mesailerle lokomotiflerin işlemesini sağlayan Jones, şirkete sadakatinden dolayı tahta bir madalyayla ödüllendirilir. Ancak kaderin cilvesi, bir kaza sonucu ölür ve cennete gider. Fakat huylu huyundan vazgeçmez, burada da meleklerin grev kırıcılığını yapar. Ancak melekler örgütlenir ve bu grev kırıcıya karşı gelir. Sonuçta Jones kendini cehennemde sülfür küreklerken bulur[6]:

19. Yüzyıl İngiltere’sinden bir işçi halk şarkısı, Blackleg Miner (Karabacak Madenci) da tıpkı Casey Jones gibi sonu cehennemde biten bir grev kırıcının öyküsünü anlatıyor. Tabi bu sefer grev kırıcının amel defteri yeryüzündeyken dürülüyor. Karabacak Madenci, birlik olan işçiler tarafından bir güzel tartaklanır. Sert sözleri sebebiyle sadece yazıldığı dönemde değil, 20. Yüzyıldaki diğer grevlerde grev kırıcıların gözünü korkutmak için işçiler tarafından sıkça kullanılır.

İngilizcede olduğu gibi İspanyolcada da grev kırıcılık için ülkeden ülkeye değişen pek çok tabir var. Bunların arasında en dikkat çekici olanlardan biri Arjantin’de kullanılan ‘carnero’........

© Bianet