menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Militarizme itirazdan barışa: Türkiye’de vicdani ret mücadelesi

14 1
31.07.2025

Genel anlamı ile vicdani ret, politik, dini, felsefi, siyasi, ideolojik veya duygusal nitelikteki samimi inançlarla çeliştiği düşünüldüğünde, bir otorite tarafından talep edilen belirli eylem ve hizmetleri gerçekleştirmeyi reddetmektir.

Biz Türkiye’de 1989’de Tayfun Gönül, 1991 ise Vedat Zencir’in zorunlu askerlik hizmetini reddetmeleri üzerine başlayan vicdani reddi ve onun devamında gelen tarihsel süreci biliriz.

Zorunlu askerlik sisteminin reddi üzerinden gelişen vicdani reddin ilk sözü bu hizmeti reddetmek ise devamında ise şiddet ve savaş karşıtı söz ve politik/pratik duruşu gelir. En başından itibaren vicdani reddin özü dahili olduğumuz coğrafyadaki çatışma/şiddet ve savaş politikalarına karşı söz ve eylem üretmek oldu.

Türkiye’deki vicdani ret mücadelesi de bu anlamda Türkiye’deki barış çalışmalarının her zaman öznesi olmuş, uzun yıllardır bu çalışmalar içinde yer almış bir harekettir. ERKek militer sisteme, en temelinde ciddi bir itiraz olan vicdani reddin toplumsal barışla ilişkisi ilk sözü ile başlar.

Bu ilk söz, bireylerin özgür iradeleriyle savaş veya zorunlu askerlik hizmetine katılmayı reddetmelerine dayanır. Bu, bireyin ahlaki, dini veya vicdani nedenlerle silah taşımayı ve şiddete katılmayı reddetmesini ifade eder.

Tarihten bu yana toplum içinde farklı düşünce ve inançlara sahip bireylerin barışçıl yollarla kendi görüşlerini ifade edebilmesi, demokratik bir yapının önemli unsurlarından birisi olmuştur. Vicdani ret hakkının tanınması, toplumda zorla dayatılan uygulamalara karşı bireysel özgürlüklerin korunmasına katkı sağlmış ve farklı görüşlerin bir arada yaşamasını teşvik etmiştir.

Bu durum, bütün toplumlarda barışçıl bir yaşamın güçlenmesine katkı sunmuştur. Ayrıca vicdani ret, toplumda militarizmin ve zorunlu şiddet kültürünün sorgulanmasına yol açarak barış odaklı çözümlerin yaygınlaşmasını destekleyerek bu alanında güçlenmesinde her zaman temel bir özne olmuştur.

Türkiye’deki vicdani retlerin temel saiklerinden bir tanesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkının varlığını, dilini, kültürünü inkar üzerinden gelişen çatışmalı süreç Ekim 2024 tarihinden bu yana yeni bir seyir izlemeye başladı.

Devletin değişmeyen militer karekterinden hareketle adına ‘iç cephenin tahkimi’ üzerinden ‘ Terörsüz Türkiye ‘, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ise ‘Barış ve Demokratik Toplum’ dedikleri bu sürecin içindeyiz. Öcalan’ın 27 Şubat tarihinde yayınlanan ‘ Barış ve Demokratik Toplum ‘ metnindeki ; “ Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” ifadesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin devletin aksine sürece çok başka yaklaştığını bize göstermektedir.

Öcalan'In kurucusu olduğu PKK’nin 12. kongresine gönderdiği metin, Ortadoğu’daki etnik ve inanç temelli sınırların ürettiği çatışma ve otoriter rejimlere karşı alternatif bir siyasal çözüm önerisi geliştirme iddiasını taşımaktadır.

Demokratik konfederalizm ekseninde önerilen bu çözüm, sadece Kürt meselesine değil, İsrail-Filistin meselesinden bölgesel mezhep çatışmalarına kadar geniş bir coğrafyayı kapsayan bir perspektif sunar. Etnik aidiyet ve inaçsal farklıların gerekçe olarak gösterilip bitmeyen savaşların alanına dönüştürülmüş bir coğrafyada bütün etnik aidiyetleri, inançları, kimlikleri eşit bir şekilde görüp ortak örgütlenme araçlarını sunan politik bir perspektif savaş ve şiddet denkleminde çıkılabilmesi için önemli bir katkı sunmaktadır.

Bu metni dikkate alarak PKK 47 yıllık bir savaşın, 52 yıllık bir tarihin sahibi olarak 5 – 7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirdiği 12. Kongresinde, “PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması” kararını aldığını belirtti. PKK kendi fesih metninde, hükümet ve ana muhalefet partisi başta olmak üzere Meclis’te temsili bulunan siyasi partiler ile diğer toplumsal kesimleri, barış ve demokratik toplum sürecine katılmaya çağırdı.

En son 11 Temmuz’da gerçekleşen bir tören ile Bese Hozat öncülüğünde kendilerine “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” diye ifade eden 30 kişilik gerilla grubu demokratik siyasete katılmak için silahlarını yaktılar.

Törene katılanlardan olan gazeteci Ali Duran Topuz’a göre, “silah bırakma”, yalnızca bir bitiş değil, hukuka ve siyasete dönüşün mekânsal ve ruhsal eşiğiydi. Şimdi bu eşikte barışı yeşertmek, toplumsal barışı inşa etmek gibi bir görev duruyor barış, adalet ve özgürlükten yana olan her kes/kesimin önünde.

Barışın sadece çatışmasızlık değil, aynı zamanda adalet, hakikat ve toplumsal dönüşüm süreçlerini içeren uzun soluklu bir inşa olduğunu en iyi biz vicdani retçiler biliriz.

Zira Türkiye’de en uzun soluklu anti-militarist mücadelenin öznesi bizler olduk. Barış, sadece çatışmanın sona ermesi değil ; adaletin tesisi, hakikatin açığa çıkarılması ve toplumsal hafızanın onarılmasıyla anlam kazanır.

Bu nedenle, barışın inşası teknik değil, etik ve politik bir meseledir. Süreçlerin başarısızlığa uğramasında sadece devletlerin ya da silahlı yapıların tavırları değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde yüzleşme ve sorumluluk almanın eksikliği de etkili olmaktadır.

Barışa dair iddiası olan tüm aktörlerin—ister devlet, ister devrimci hareketler, isterse sivil toplum olsun—bu çok boyutlu süreci kavrayarak, sabırlı, kapsayıcı ve uzun erimli politikalar geliştirmesi bir zorunluluktur. Aksi halde barış, yalnızca bir retorik olarak kalır ve çözüm, bir sonraki kuşağın sorunu hâline gelir.

Bizlerin ihtiyaç duyduğu şey bizlere her anlamda ne yapmamız gerektiğini söyleyen değil, kolektif bilinç ve eyleme hali ile uzun yıllardır birlikte kurduğumuz ortaklıkların çoğalmasıdır. Bunu kilit bir nokta olarak kodlamak gerekiyor. Sahip olduğumuz liberter düşünceler, kendi kapasitemize güvenerek ve değişimlere açık yeni yollarla ilişkiye geçerek içinde bulunduğumuz alanlara uyum sağlamamızı kolaylaştırır.

Bazı şeyler toplumsal olarak yaratıldığında, özellikle ilişkilerde bir yapı oluştuğunda, o yapı kalıcı hale geliyor. Sosyal ilişkilerin mucizesi. İnanılmaz bir kaynak yaratıyor. Bazı yapılar, bazı örgütler yok olabilir. Ama bizim aramızdaki ilişki devam eder. Alışverişler, konuşmalar, dayanışma…İşte şimdi bir kez daha bu gücümüzü görme, ‘bizde buradayız !’ deme zamanı değil mi ?

Bütün bu mücadelemizde bizimle olan Pınar Selek ; “Zannederler ki insanlar büyüdükçe, masallara kulak vermez olurlar... Öyle değil. Büyükler de masallara ihtiyaç duyar. Size bir şey söyleyeyim mi ? Masalını kaybeden insan, hayallerini de kaybeder...” der bir söyleşisinde. Biz vicdani retçilerin masalı ise, “ savaş çıkmış giden yok ! ” oldu her zaman. “Savaş çıkmış, giden yok.” Bu kısa ama sarsıcı ifade, savaşın çelişkili doğasını ve militarizmin sınıfsal, toplumsal adaletsizliğini çarpıcı biçimde gözler önüne serer.

Türkiye’de vicdani ret hareketi içinde anonimleşmiş bu söz, aynı zamanda savaş karşıtı hafızanın, halkın içinden süzülerek gelen bir itiraz biçimidir. Bu cümledeki "savaş", yalnızca cephedeki çatışmaları değil ; aynı zamanda ideolojik olarak topluma dayatılan militarist düşünce biçimlerini, erkeklik rejimlerini ve devletin şiddet tekeline duyulan kör itaati de kapsar. “Giden yok” ise, savaşı çıkaranların, kararını verenlerin, onu meşrulaştıranların dediklerini dikkate almayan geniş kesimlerin varlığına, yani savaş ve şiddet politikaları ile ajite edilmemiş toplum gerçekliğine işaret eder.

İşte şimdi bir kez daha sözümüzü hatırlamanın, yeniden kurmanın, toplumsal barışın inşası için sokakların bir parçası olmanın zamandır diyorum. Vicdani........

© Bianet