menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

"Kürtleri karşısına alan kaybeder, yanına alan kazanır"

21 7
21.06.2025

13 Haziran gecesi saat 03.10’da İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, İsrail’in İran’a karşı önleyici bir saldırı başlattığını ve ülkede olağanüstü hâl ilan edildiğini duyurdu. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da saldırının hemen ardından, “Natanz’daki İran’ın ana uranyum zenginleştirme tesisini hedef aldık,” dedi.

İran, saldırının ilk saatlerinde büyük oranda sessiz kalırken, sonrasında füzelerle misilleme yaptı. Şu anda her iki tarafın saldırıları aralıklarla sürüyor.

Dr. Sayid R. Darati, 11 Haziran 2025 tarihinde bianet için yaptığımız söyleşide, “Ortadoğu yangın yeri” ifadesini kullanmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin PKK lideri Abdullah Öcalan ile yürüttüğü mevcut politik arayışları bu yangına bağlamıştı.

Söyleşinin haftası dolmadan, yangın İran’a sıçramış oldu.

Dr. Sayid R. Darati ile gerçekleşen kehanetine, “Ortadoğu Yangını”na yakından bakmaya bu hafta da devam ediyoruz.

Bazı yorumcular 13 Haziran saldırısını Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayıyor. Sizce bu, süregelen bir savaş zincirinin devamı mı yoksa sınırlı bir müdahale mi? Ayrıca, ABD’nin 2000’lerden itibaren uyguladığı rejim değişikliği stratejisi bağlamında İsrail’in İran’a saldırısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İran’a saldırı uzun zaman önce planlanan bir stratejinin devamı ve sonuncusu olmayacak, kanaatindeyim. Ancak belirtiğiniz tarzda bir “rejim değişikliği planı” son 25 yıldır yaşananlarla kıyaslandığında, sınırlı kalır. Uygulanan program enerji kaynaklarının kontrolü, İsrail’in güvenliği ve Amerikan hegemonyasının sürdürülmesine odanklansa da sadece rejim değişikliklerini değil, haritalar ve bölgesel aktörlerin değişikliğini de içeren kapsamlı bir program gibi görünmektedir. Ancak meseleyi sadece ABD perspektifinden değerlendirmek bizi Ortadoğu’nun bugünkü durumunda belirleyici olan İngiltere’nin rolünü görmekten alıkoyar. Bugün ABD’nin süper gücüyle yürüttüğü dünya liderliği politikası aslında İngiliz emperyal mantığının devamı.

Bu süreci nasıl tariflersiniz?

İngiltere 1916-1948 arasındaki süreçte Ortadoğu’nun bugünkü ana hatlarını belirledi. Bunun içinde 1916’da Syces-Picot haritası, 1917 Balfour Deklarasyonu ile İsrail devletinin kurulmasına karar verilmesi, 1921 ve 1924 anlaşmalarıyla Türkiye’nin güney sınırlarının çizilerek Kürdistan’ın kalıcı olarak paylaştırılması ve nihayet 1948’de İsrail devletinin kuruluşuna önayak olması var.

İngiltere’nin kurduğu bu sistemin “patronluğunu” İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere gibi ince politik yöntemlerle değil; ama daha kaba güce dayalı bir tarzda ABD yapıyor. Tabii dünya liderliği ABD’ye geçse de İngiltere’nin, Ortadoğu’da hâlâ belirleyici bir güç olduğunu unutmamak lazım. İsrail’in güvenliği her iki güç için de öncelikliydi, hâlâ öyle. Hatta Arap monarşilerinin kurulmasının bir nedeni de İsrail’in güvenliğine tehdit olabilecek birliklerin önüne geçmekti.

Ancak hiçbir uluslararası sistem öngörüldüğü ya da planlandığı gibi gitmiyor, değil mi?

Elbette. Yerel aktörler, emperyal rekabetler, devrimler, direnişler vs bu tip planlarda beklenmedik değişiklikler yapar. Örneğin, İran Devrimi, PKK ve Lübnan Hizbullah’ı gibi güçlerin ortaya çıkıp bölgesel bir güç haline gelmeleri bunlardan bazıları. Bunlar, uluslararası sistem açısından “çözülmesi gereken problemler”dir. İran’ın vurulması, bu siyasetin bir parçası. Yoksa İran’daki şeriat rejiminin despotik olması, insanların baskıyla sindirilmesi vs. hiçbiri ABD ve ortaklarının umurunda değil.

İran’ın vurulması ile ‘Sıra Türkiye’de’ diyenler var. İran’a yönelik saldır sonrası Ortadoğu’daki çatışma zincirinin genişleme olasılığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin bu denklemdeki rolü ve kırılganlık düzeyi ne ölçüde arttı? Ankara’nın jeopolitik konumunun ve uluslararası ittifak ilişkilerinin bu sürece etkisi nasıl değerlendirilebilir?

Bu sıralama aslında Öcalan’a ait: Kasım 2002'de, uzun süren bir ayak diremeden sonra, BM Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı çözüm önerisini kabul eden Saddam Hüseyin, Kimyasal Silahları Araştırma Komisyonu’nun Irak topraklarında kimyasal silah olup olmadığını kontrol etmesine izin verdi. Bu, Saddam açısından hem ciddi bir taviz hem de üzerindeki uluslararası baskıyı hafifletmek için önemli bir hamleydi. Bu karardan hemen sonra komisyon Irak’ta çalışmalarına başladı ve savaş endişesiyle yaşayan bölge rahat bir nefes aldı. Tam da o günlerde kendisini ziyarete giden avukatlara şunu söylemişti Öcalan: “Siz şimdi Saddam’ın BM kararını kabul ederek kurtulduğunu sanıyorsunuz, değil mi? Saddam devrilecektir. Sonra sıra Suriye’ye, sonra da İran’a gelecek. Türkiye bu kafayla devam ederse, sonraki sırada Türkiye olacaktır.”

Uzun süredir hem kamuoyunda hem de belirli analitik çevrelerde dile getirilen ancak görünüşe göre Türkiye tarafından stratejik bir öncelik olarak ele alınmayan bu olasılığın, günümüz koşullarında giderek somutlaşmaya başladığı söylenebilir mi?

O zaman üzerinde çok durulmayan, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin de pek ciddiye almadığı bu kehanet gerçekleşmeye başladı. Bir yıl sonra Saddam devrildi ve Irak federal bir devlet haline dönüştü. Suriye uzun bir iç savaştan sonra fiilen üç parçaya bölündü. Bugün de kehanetin üçüncü ayağı gerçekleşiyor. Bu yüzden, daha düne kadar Öcalan’a ve onun saptamalarına dudak bükenler bile “sıra Türkiye’de” demeye başladılar. Ancak bu meseleler o kadar basit ve düz bir hatta ilerlemez. Sonuca etki edebilecek pek çok faktör vardır. Türkiye'nin altı ay önce başlattığı ve henüz ne olacağı belli olmayan yeni İmralı Süreci de bu faktörlerden biri. Bu müzakerelerin nasıl yol alacağına göre durum nihai şeklini alır. Kaldı ki, İran ne Irak’tır ne de Suriye. İç dinamikleri, devlet ve toplum yapısı vs. farklıdır. Sıra Türkiye’de demek için acele etmemek lazım. İran kısa sürede düşebilir, aylarca veya yıllarca dayanabilir ya da İsrail bir süre sonra İran’da rejim değişikliği meselesinin kendi boyunu aştığını kabul edip geri çekilebilir.

Bir de bir denge faktörü olarak Kürtler var. Öcalan’ın Irak-Suriye-İran-Türkiye sıralamasını yaparken kastettiği tam da budur bence. Yerleşik güçlerin çatıştığı bir alanda görece küçük de olsa, Kürtlerin kiminle hareket edeceğinin belirleyici olduğunu kastediyordu, ki öyle de oldu. Örneğin, Kürtler Saddam’dan yana tavır alsa Saddam o kadar kolay devrilir miydi? Ya da Esat, Arap şovenizmini bırakıp Kürtlerle anlaşsa, bugün Moskova’da yaşıyor olur muydu? Aynısı İran ve Türkiye için de geçerli. Ortadoğu’nun kaynadığı bu tarihsel momentte, Kürtleri karşısına alan kaybeder, yanına alan kazanır. ABD bile devasa gücüne rağmen Suriye’de bu gerçeklikle karşılaştı.

İsrail’in ileri düzey askeri teknolojisine karşın, İran’ın bölgesel derinliği, asimetrik kapasitesi ve stratejik savunma refleksleri göz önüne alındığında, bu müdahalenin sınırlı sonuçlar doğuracağı değerlendirmesine katılıyor musunuz?

Askeri veya mali üstünlük elbette büyük bir avantaj; ama her şeyi belirlemez. Öyle olsa ABD Vietnam’da yenilmez, Irak’ta çamura saplanmaz, Suriye’de YPG ile ortaklaşmak zorunda kalmaz ve Afganistan’da 20 yıl aradan sonra Taliban ile anlaşmazdı. Bir devletin askeri, siyasi ve ekonomik amaçları kendi çapından büyük ise sonu hüsran olabilir. Tarihsel örneklerden yola çıkarsak, Portekiz’i ele alabiliriz. Portekiz, dünyanın ilk denizaşırı sömürgeci ülkesiydi ve 16-17. yüzyıllar arasında neredeyse bilinen dünyanın bütün ana deniz kıyılarını kolonileştirmişti. Bu, coğrafi olarak batıda tüm Latin Amerika’dan doğuda Endonezya’yı, güneyde bütün Afrika kıyılarını, Kuzeyde İskandinavya ve Britanya’yı içeren devasa bir coğrafi yayılım alanıydı. Oysa Potekiz’in toplam nüfüsü 1.5 milyon civarıydı, ki bu sayı elde ettikleri kolonilere yerleştirecek insan sayısını bile karşılayamıyordu. Sonuçta, kendi boyunu aşan bu kolonileştirme politikası Portekiz Krallığı’nın bütün kolonilerinden tek tek çekilmesine yol açtı.

İsrail’in de benzer bir son yaşayabileceğini mi ifade ediyorsunuz?

İsrail de benzer bir sonu yaşayabilir. İsrail’in nüfusu, yaklaşık 2 milyon İsrail vatandaşı Filistinli de dahil olmak üzere, toplamda 10 milyon civarında. Yüzölçümü, işgal ettiği Filistin toprakları dahil, coğrafik olarak İran’ın onda biri bile değil. İsrail’in askeri teknolojisi gelişmiş olabilir; ama İran’ın da eli armut toplamıyor. Bu yüzden de hemen sıra Türkiye’ye geliyor demek gerçekçi değil. Bir de çok önemli bir faktör, Türkiye’nin bir NATO üyesi olması. Bu, sadece içeriden görülebilen İncirlik ve Kürecik üsleri meselesi değil. NATO bir askeri-politik konsept ve bu konseptte ciddi bir değişim olmadan sıranın Türkiye’ye gelmesi zor.

Ancak ilk söyleşimizde, bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona erdiğini ifade etmiştiniz. Bu durumda, NATO koruması hâlâ geçerli sayılabilir mi?

Evet geçerli. Türkiye’deki rejim değişiklikleri NATO için önemli değildir. Rejimin başında Demirel ya da Erdoğan’ın olması, rejimin vasat bir cumhuriyet ya da oligarşik olması vs. onlar için “teknik” konular. Egemen dünya sistemi açısından Türkiye’ye NATO bünyesinde tanınmış bir rol var ve bu hegemonik sistem ya da NATO konsepti değişmedikçe Türkiye NATO korumasında kalır. Mesele, mevcut dünya sisteminin, dolayısıyla NATO konseptinin değişip değişmeyeceği ise, o zaman Wallernstein’ın Dünya Sistemleri Analizi’ne bakmak lazım. O açıdan bakarsak, Türkiye'nin NATO üyeliğine rağmen, tedirgin olmak için epey bir gerekçesi var, zira dünya çapındaki değişim ve gidişat, NATO konseptinin de yakın bir gelecekte değişebileceğine dair işaretler veriyor.

Bu bir çelişki değil mi? Türkiye, NATO üyesi olarak ABD’nin müttefiki; ancak aynı ABD, Suriye’de Türkiye’nin tehdit olarak gördüğü SDG’ye destek veriyor. Bu durumda ABD’nin bölgedeki önceliği nedir? Kimi dost, kimi düşman görüyor?

Bu soruyu cevaplamak için kolektif hafıza derslerine başvurmak doğru bir yol olabilir, zira kolektif hafıza kolektif unutmayı da içerir. Bugün medyada yazılıp çizilenlere bakılınca sanki ABD, Suriye İç Savaşı başlar başlamaz Türkiye’ye rağmen gelip Kürtlere destek verdi, YPG bu şekilde güçlendi. Bu anlatı, insanların onu neredeyse tek doğru gerçeklik olarak benimsemesine ve geçmişin kolektif biçimde unutulmasına yol açıyor.

O hâlde biraz geriye gidelim: ABD-YPG ortaklığı nasıl başladı? Bu süreci nasıl okumalıyız, bize oradan ne anlatmak istersiniz?

Suriye İç Savaşı 2011 yılında Deraa’da başladı ve kısa zamanda diğer bölgelere yayıldı. Bu sırada Kürtler, kuzeyde kendi halk komitelerini kurdular. Savaş yaygınlaşınca Temmuz 2012'de Esad rejimi, kuzeyden çekildi ve buralarda Halk Savunma Komiteleri (YPG) kuruldu. Ancak Kürtlerin bu fiili kontrol alanı kısa sürede El Nusra, Ahrar-u Şam ve diğer cihatçı grupların saldırısına uğradı ve bu saldırılar 2013-14 yılı boyunca devam etti.

2014 yılında IŞİD saldırıları başladı. Eylül 2014 tarihine kadar YPG tek başına ve neredeyse sadece ferdi, ağır silahlarla donanmış IŞİD güçlerine karşı direndi. İlk olarak bu dönemde, herkesin korkusundan kaçtığı İŞİD’e karşı direnen tek güç olarak YPG konuşulmaya başlandı. Ancak yine de ağır IŞİD baskısına ne kadar dayanabilecekleri hâlâ şüpheliydi. Kobanî kuşatmasında bu durum daha da netleşti. YPG güçleri, Irak, Suriye ve Peşmerge güçlerinin neredeyse direnmeden geri çekildiği bir ortamda, IŞİD’e karşı ciddi silah dengesizliğine ve ağır kayıplara rağmen direniş gösterdi. Bu durum uluslararası kamuoyunda “ahlâki bir yükümlülük” yarattı ve BM dahil herkes, Kürtlere yardım etmek gerektiğini söylemeye başladı. Tüm bunlardan sonra ABD 19 Ekim 2014’te YPG’ye ilk doğrudan silah yardımını yaptı ve sonrasında bildiğimiz sahadaki ortaklık pek çok iniş-çıkışla bugüne kadar geldi. Bu iniş-çıkışlarda ABD ve Rusya’nın Kürtlerin denetimindeki Serêkanî ve Efrîn gibi bölgeleri Türkiye’ye “hediye etmesi”, Kürtlerin uzun süre sahadaki Rusya-ABD dengesinden yaralanmaya çalışması gibi olaylar da var.

Dolayısıyla, bugünden bakıldığı gibi dümdüz bir “ABD Kürtlere yardım etti” gibi bir hikâye yok. Elbette ABD yardımı olmasa Kürtler muhtemelen bugünkü duruma gelemeyecekti; ama Kürtlerin örgütlü ve silahlı gücü olmasa ABD de onlara destek vermeyecekti. Ki hatırlayalım, Kobanî savaşından sonra bile ABD hâlâ Türkiye ile birlikte eğit-donat programı kapsamında YPG’ye alternatif bir silahlı güç oluşturmaya çalışıyordu. Zira ABD-Türkiye ortaklığı 70 yıllık bir NATO ortaklığıdır ve ABD açısından Türkiye’nin hassasiyetleri önceliklidir. Öte yandan, ABD kimsenin dostu değildir. Ortadoğu’da İsrail ve Türkiye gibi uzun vadeli ortakları, Kürtler gibi kısa süreli ve sınırlı ortaklıkları vardır; ama esas olan elbette kendi........

© Bianet