menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Toprağın gerçekliği: İnsanın hikâyesi

13 0
13.09.2025

Toprakta Büyür mü İnsanKerem Bakıcı’nın ilk öykü kitabı. Birbirinden bağımsız hikâyeler, aslında insana dair ortak bir dokuyu paylaşıyor. Bazen silik bazen güçlü karakterlerle örülen bu öyküler, insanın kırılganlığını hatırlatan, bulunduğu coğrafyanın sosyal, kültürel dokusunu ele alıyor.

Yerelde mekânın, geçmişin, ailenin ve kişinin kendisiyle ilişkilerini odağına alıyor. Sözlü geleneğin yazınsal kimlikle ve bellekle buluşma noktası olarak da ele alınabilir. Çünkü yaşadığı çevrede hikâyelerin hiçbir zaman eksik olmadığını, çevresinde bulunan ve dünyayı en derin şekilde tecrübeleyen insanların anlattıklarına kulak oluyor. Belki de şahit olduklarına…

Böylece bir kuyunun dibine bağırmaktansa kaleme, kâğıda yönelmeye başlıyor Bakıcı. Bunun yanı sıra taşra kültürünün, nefretin, sevginin, ötekileştirmenin, katı izlenimlerinin karakter haline geldiğini her öyküde görebiliriz. Bunu ne gürültülü bir söylem ne de acılı bir haykırışla ele alıyor.

Dışarı anlamında kullanılan, bir nevi ötekileştirme, kabullenememe niyeti taşıyan taşra sözcüğü, günümüz koşullarında “mekân” kavramını aşan, geçmiş ve kısır bir ruh iklimine oturtuluyor. Can sıkıntısının, durağanlığın, sıradanlığın, mahrumiyetin yurdu olarak ele alınan taşra, Nurdan Gürbilek’in kalemine de konuk oluyor.

Taşrayı sadece bir mekân olarak taşrada hissedilen bir daralma kavramı olmadığını, mekândan münezzeh olarak şehrin tam göbeğinde de his olunabileceğini dile getirir. “Taşra sözcüğüne yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da; ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için” (Gürbilek, 2016, 55). Ayrıca taşrayı senaryolarına konu edinen Nuri Bilgin Ceylan filmlerinde de sürekli olarak taşradan çıkıp gitmek isteyen ancak bunu bir türlü başaramayan karakterlere yer verir. Bakıcı tam bu noktadan yola çıkarak taşrayı ve taşrayı sırtında taşıyan insani ilişkilerini odağına alıyor.

Toprak: sessiz ama derin, sabırlı ama güçlü, durağan görünen ama içinde nice çalkantılar barındıran öyküler. Kitabın ismi ontolojik bir arayışa kapı aralıyor. Büyümek nedir, nasıl ve nerede gerçekleşir? Edebiyatta başlıklar, bazen metnin kapısı bazen de en yoğun felsefi sorgusudur. Toprakta Büyür mü İnsan? Sorusu da tam olarak böyle bir işlev görür.

Yazar, sadece fiziki bir büyümeden söz etmez; metaforik bir büyümenin, olgunlaşmanın, acıyla ve zamanla pişmenin mümkünlüğünü sorgular. "Toprak" burada hem gerçektir hem de figüratiftir: geçmişin, köklerin, acıların, kayıpların ve aidiyetin birleşim noktasıdır. “İnsan” ise eksik, yaralı ve kayıp bir özne olarak karşımıza çıkar. Bu iki unsurun yan yana gelişi, Bakıcı’nın öykülerinin derinliğini işaret eder. Başlıktaki bu sorgulama, eserin bütünü boyunca yankılanan ana izlektir. Birey, toprağın çamuruna, tarihine, acısına karıştığı ölçüde büyüyebilir mi? Yoksa toprak onu da yutar mı? İşte bu ikilem, eserin içeriğine yayılıyor.

Toprakta Büyür mü İnsan? İçsel bir kazı çalışması, bireyin kendi topraklarına dönme girişimi, belki de çocuklukla hesaplaşma ritüelidir. Cümleler kısa, ama ağırlığı büyük; kelimeler sade, ama yankısı uzundur. Anlatı, klasik olay örgüsünden çok, bir iç monolog, hafıza yürüyüşü, anı, iz, yolculuk olarak karşımıza çıkar.

Kerem Bakıcı’nın öyküleri içine dönmekten vazgeçmeyen, kimi zaman dışa kapalı kendiyle hesaplaşan karakterlerin izini sürer. Kayıp zamanın insanları, öykülerin merkezindeki karakter(ler), geçmişin ağırlığını taşıyan, kimliklerini zamanla değil, zamanın eksilttikleriyle inşa etmeye çalışan figürlerdir.

Onlar aktif değil, reaktif karakterlerdir; eylemden çok gözlemle, konuşmadan çok suskunlukla varlıklarını sürdürürler. Yazar, karakterlerini büyük olayların içine değil, sıradan yaşantıların kıyısına yerleştirir. Bu durum, anlatının daha da insani ve derin olmasını sağlar.

Özellikle anlatıcının çocukluk izlekleriyle kurduğu bağ, öykülerin duygusal yükünü belirler. Babayla olan uzaklık, anneyle kurulan sessiz ilişki, taşrada büyümenin yarattığı eksiklikler… Bütün bunlar, karakterlerin zamanla değil, eksilerek büyüdüğünü gösterir. Büyümek burada, edinmek değil; yitirmekle mümkündür.

Bellek, yer, aidiyet, kayıp ve sessizlik… Kitap, hatırlamak ve unutmak üzerine kurulu bir bellek edebiyatı örneğidir. Ancak burada hatırlama, sadece zihinsel bir eylem değil, aynı zamanda varoluşsal bir çabadır. Anlatıcı, geçmişi hatırladıkça kendi parçalarını da bulur.

Hafıza, burada bir yük değil; bir kimlik inşa aracıdır. Toprak ve Yer: öyküler boyunca “toprak” yalnızca fiziki bir unsur değil, aynı zamanda bir bilinç durumudur. Anlatıcının çocukluğunun geçtiği taşra, aynı zamanda iç dünyasının haritasıdır. Doğa, yer, toprak ve mevsimler üzerinden şekillenen bir anlatı, okura pastoral değil, gerçek bir taşra sadeliği sunar.

Öykülerinde kimi zaman bir ölünün, kimi zaman iç hesaplaşmanın, kimi zaman da olaylara şahitlik etmiş bir ağacın sesiyle akıveriyor öyküler. Bunu yaparken kendinden emin bir üslupla ilerliyor. Yarattığı karakterleri iyi tanıyor Bakıcı, olaylara karşı verecekleri tepkileri biliyor. Bunları aktarırken yüzeysellikten kaçtığı gibi aşırılığa da yer vermiyor.

Kayıp: Eserde en baskın his, kayıptır. İnsanlar, zaman, ilişkiler, yerler hepsi yavaşça ve sessizce yitip gider. Ama bu kayıpların arkasından yas tutan bir ağıt yoktur. Tersine, onları içselleştirmiş, yokluğun varlığa dönüştüğü bir edebi tavır vardır. Sessizlik: öyküler karakterler çok konuşmaz. Anlatıcı, çoğu zaman sessizliğin içinden konuşur. Sessizlik burada eksiklik değil, bir tür bilgeliktir. Anlatının en derin yerleri, sessizlikte açılır. Bakıcı kendi sesini yaratmış ve geleneği içselleştirmiştir. Sakin bir yüzleşme.

Bazı öyküler minimal, yarım sayfadan az. Kendine özel bir alan buluyor. Farklı bir form kazanıyor. Çok kısa bir metnin insanın derinlerine inebilmesi, düşündürmesi gerçek ve kurgunun birbirinden ayırt edilmesini zorlaştırıyor. Haliyle okuyucuda etkisini uzun süre hissettiriyor. “Nasıl Bakam Ben Ona?” Bakıcı’nın minimal öykülerinden. Bir çığlık. Birçoğumuzun tanık olduğu bir olayı etkisi uzun sürecek bir şekilde kaleme alıyor. Herhangi bir durum, olay, olgu öyküye konu olabilir ki yazar çevresinden kopuk olmadan, gözlemlerinden yola çıkarak hikâyelerini oluşturuyor. Hepimizin gördüğü ancak farkında olmadığı sayısız gerçeklik…

Türk edebiyatında küçürek öykü dendiğinde akla gelen ilk isimlerden Ferit Edgü, bu tür öyküleri “yalnızca bir ânın saptaması olan öykücükler” olarak tanımlıyor. Hem öykü hem de küçürek öykü yazarı Necati Tosuner ise küçürek öyküyü “Neredeyse, tanımı kendisinden uzun.” diyerek tanımlıyor. Ayrıca H.E.Bates, öykü yazarının bir atın ölümünden genç bir kızın aşkına,........

© Bianet