Sözün de ötesinde
Sağlamcılığın gölgesi her yer de. Her an, her ortamda, her alanda… 100 yıl öncesini adeta yeniden yaşadığımız şu günlerde, ayrımcılığın her türünü en kötü biçimleriyle hissetmemek mümkün değil. Ötekileştirilenler için her an, bir var olma mücadelesine dönüşüyor. Çürüyen kapitalizm 100 yıl öncesinin, hatta daha da öncesinin çoktan tarihe gömülmüş akımlarını hortlatıyor. Cinsiyetçiliğin, sağlamcılığın, LGBTİ fobinin her türünü yaşıyoruz. Dünya adeta 1930’ların sonunu yaşıyor. Tek fark bugünün tehlikesinin daha da korkunç bir şekilde hissedilir olması.
LGBTİ fobi akla hayale sığmayacak bir şekilde kendisini gösteriyor. Kadın cinayetleri, tüm ürkütücü gürültüsüne rağmen sessizlik ittifakı içinde devam ediyor. Şiddet ve ayrımcılık toplumda yüksek sesle yaşanırken, bir o kadar şaşırtıcı ve utanç verici bir suskunlukla karşılanıyor. Adeta her tür ayrımcılığın ödüllendirildiği, sözün bile ayrımcılık üzerine kurulduğu garip bir çağ bu. Bu ayrımcı ortamda belki en sinsice yürüyen akımlardan biri sağlamcılık. Ender durumlar hariç, açık bir şiddet şeklinde görünmüyor; ama kendine özgü bir şiddeti var. Sürekli yok sayılmak, zor zamanlarda ilk gözden çıkarılacak kesimler arasında olduğumuzu hissetmek ve farklı yeti çeşitlilikleri üzerinden aşağılanmak… Bunlar sağlamcılığın aslında her an aktif olan bir akım olduğunun göstergesi. Maalesef sakatlar bu konuda diğer ötekileştirilen kesimlerden daha yalnız. Entelektüel ya da ilerici ideolojilere sahip insanlar bugün ırkçılığın, kadın düşmanlığının ve LGBTİ 'ların inatçı mücadelesi sonucunda LGBTİ fobiye karşı durur. O konularda ayrımcı ifadeler kullanmaz, kullandırmaz. Öte yandan, ne yazık ki sağlamcılık konusunda en uç kesimler arasında bile zorunlu bir ittifak var. Kişinin birikimi ve ideolojik yönelimi ne olursa olsun sakatlığa bakışı genellikle benzer.
Engelli hareketi, hem felsefi hem de pratik anlamda zayıf; en azından bu topraklarda durum böyle. Üstelik kimse konfor alanından çıkmak istemiyor. Bu yüzden sağlamcılık her alanda etkisini sürdürüyor. Geçen hafta yaşanan iki gelişme bunun en büyük göstergesi. Milli Eğitim Bakanı “Geri zekâlıya anlatır gibi anlatıyorum” gibi bir cümle kurdu. Bu söylemi herkes eleştirdi; ama kullanılan ifadenin ötesine çok az insan bakabildi. Bir avuç sağlamcılık karşıtı aktivist ve engelli ailesi, bir yeti çeşitliliğinin hakaret ifadesi olarak kullanılmaması gerektiğini tartıştırmaya çalıştı. Sağlamcılık o kadar yüzleşilmesi gereken bir ideoloji ki her yüzleştiğinde kendi hatalarını da fark ediyorsun. “Geri zekâlı” ifadesini eskiden ben de çok kullanırdım. Kullanmama kararımdan sonra bile çok kez ağzımdan kaçtı ve kendime kızdım. Şu anda bu konuda inat ediyorum. Oysa toplumda bu kavramların kullanılmasına itiraz ettiğimizde hep bir savunma mekanizması devreye giriyor. Yok “yüzlerce yıllık deyimler” yok “benzetme yaptım” gibi. Sanırsın yaratıcı yazın ve hitabetin tek kaynağı sağlamcı ifadeler.
Değinmek istediğim bir diğer konu da dünyada aşırı sağın yükselmesiyle hortlayan öjeni (ırkçı ve ayrımcı temellere dayanan, genetik ‘temizlik’ savunusu), Maltusçuluk gibi akımlar. Reklamını yapmak istemediğim bir platformun kanalında Ali Demirsoy ve “her şeyi bilen” Celal Şengör konuşuyor. Mengele yaşasaydı daha farklı bir şey söyler miydi, diye düşündüren bir konuşma yapıyorlar. Ali Demirsoy “Herkes kafasına göre çocuk yapamayacak. Genetik danışma merkezleri kurulacak. Öyle komşunun kızıyla evlenemeyeceksin. Böylece özürlü doğumların önüne geçilecek,” diyor. Sonra da ağzındaki baklayı çıkarıyor. “Almanya'da özürlü bir çocuğun maliyeti 17 kat fazla”. Durduğu yeri içinden çıktığı sınıfa borçlu olan, o nedenle de hiçbir zaman doğru noktada duramayan “Celal Şengör”, avının kokusunu almış gibi atlıyor: “Bir faydaları da yok zaten.”
Sonra fayda üzerine düşünüyorum. Önce faydayı yok sayıyorum. Hiç kimseye ve hiçbir şeye faydam olmasa da bu benim yaşam hakkımı azaltmaz diyorum. Sonra faydasızlık ve zararı karşılaştırıyorum. Maltusçuların ve burjuvaların her sorunu nüfusa bağlamalarını düşünüyorum. Sanki ormanları yok eden, su kaynaklarını zehirleyen, her yerde siyanürle maden açmaya çalışan; o artmasından şikâyet ettikleri nüfus diye düşünüyorum. Esasen her şeyi metalaştıran kalabalık insan nüfusu değil, bir avuç azınlık. “Faydasızlık” ile “zarar verme” ikilemi arasında, faydasız olmanın çok daha masum bir yer olduğunu artık fark etmişizdir. Gerçi bu masumiyet, zarara sessiz kalındığında bozuluyor ama bu, bu yazının konusu değil. Kaldı ki, kimin neye faydalı olduğuna kim karar veriyor? Ölçüt ne?
Eğer Celal Şengör’ün yaptıkları faydaysa, faydasız olmayı tercih ederim. Onur Ayı yazımda bunun bir var olma meselesi olduğunu söylemeye çalışmıştım. Şu iki basit örnek bile onu doğruluyor. Yani iki kişi çıkıp adeta engellilerin yok olmasını savunuyorsa bir şey olmalıydı. Şarkıda da dediği gibi “kıyamet değilse bile bir şey kopmalıydı.” Oysa yorumlarda, bilim adına o pespayeliği savunanlar ya da dini gerekçelerle çocuk yapma üzerinden itiraz edenler, öylesine cümleler kuruyordu ki... Söz üretmemiz, sözü aşan niyetleri görmemiz ve buna göre politika geliştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, bu suskunluk ortamında bizi sabun yapmayı bile savunanlar çıkar diye korkuyorum. (BS/TY)
“Bırakacağım bu işleri, sonum babam gibi mi olsun yani? Bak, ne kazanmış bu hayatta böyle olmaktan? Hiç. Anca kaybetmiş. Bize........© Bianet
