Kurgunun gerçekleşmesi, gerçeğin kurgulaşması
Bugün, adeta bir distopyanın içerisinde yaşıyoruz. Dünya bir şiddet, yabancılaşma ve yoksulluk sarmalında dönüp duruyor. Yaşanan her şey hayal ve vicdan sınırlarımızı zorluyor. 100 yıl önce çürümeye başlamış kapitalizmin yaydığı irinin hepimizi nasıl etkilediğini deneyimleyerek öğreniyoruz. Her gün parlak ekranlardan villalar, şatafatlı hayatlar pazarlanırken, dünyanın bir yerinde fosfor bombalarıyla çocuklar yakılıyor. İşçiler yalın ayak direniyor, ölmeden çalışabilmek ve en azından havza ortalamasında maaşlar alabilmek için.
İnsanlar karanlıkta işe gidip yine karanlıkta döndüklerinde, televizyon başında sızmaktan başka lükse sahip değiller. Bu uyur-uyanık izleme sırasında başka hayatlar akar zihinlere. Bizim olmayan hayatlar. “Kredili yaşam mutluluğu” denen bataklığın bile sonuna gelmişken, tükenmiş kartlarımızı daha da zorlamaya çalışan tüketim çılgınlığı. Seviyesizlik ve gittikçe artan şiddet.
Kimseye medyanın nasıl bir propaganda aracı olduğunu anlatmama gerek yok. Kimsenin de buna ihtiyacı yok zaten. “Dizi izlemiyorum” desem yalan olur. Elbette izliyorum; ama izlediğim dizilerin üzerinden en az 30 yıl geçmiş. Birkaç diziyi döndürüp döndürüp izliyorum. İnsan ilişkilerinin yabancı olmadığı, sıcak ve ilerici mesajlar veren birkaç dizi. Güncel dizileri çok izleyemiyorum. Bir yerde kulağıma çalındığında bile anlamlandıramadığım bir şekilde öfkem kabarıyor. Adeta bugünün yabancılaşmış kültürünün zihnime pompalandığını duyumsuyorum.
90’larda yayınlanan dizilerden biri bende güzel bir iz bırakmıştır: Şener Şen ve Türkan Şoray’ın başrolünü paylaştığı “İkinci Bahar”. Emeğiyle hayatını kazanan insanlar var orada. Çok lüks bir evde yaşayan karakterler de var; ama bu da gerçekçi. Hiçbir şekilde böylesi bir hayata özendirilmiyor insanlar. Emek de aşk da ihanet de, gerçekçi bir şekilde verilmiş. 80 öncesi aranırken babası eve almadığı için polis kurşunuyla öldürülen bir sendikacı, hâlâ doğru bildiğini savunan devrimci bir........
© Bianet
visit website