Uzakdoğu sofraları: İtadakimasu
Yıl 2000. Bitmek bilmeyen bir 13 saat sonrası nihayet Narita Havalimanına iniyoruz. Kucağımda iki yaşındaki oğlum, o coğrafyadaki tüm ülkelerden sorumlu işi bol bir ofis, bilmediğim bir dil, tanımadığım bir dünya, hepsi sırtımda ilerliyorum.
Bir koku geliyor burnuma, bilmediğim bir koku. Koca Tokyo kokuyor olamaz diyorum, telaşla valizleri Büyükelçilikten gelen arabaya yükletmeye çalışıyorum.
İlk günler çok zor. İlk adımların hepsi sancılı. Otel ve ofis arasında mekik dokuyorum. Ev bulununcaya kadar otelde kaldığımız için mecburen sürekli dışarda yemek yiyoruz. Şanslıyız, şehirde uluslararası mutfak restoranları gani.
Birinden çıkıp diğerine giriyoruz. Geldiğimin ertesi günü bir iş yemeğine çıkıyorum. Menüyü anlamama imkân yok, alacalı bulacalı fotoğraflara baktıkça ağlayasım geliyor. “Miso Çorbası” ile ilk karşılaşmam. “Nasıl içilir ki bu yahu?” diye düşünüyorum. Görev sürem en az üç yıl, nasıl alışacağım ben bu mutfağa diye içten içe dertleniyorum.
Bir süre sonra Narita Havalimanı’nda hissettiğim o koku burnuma gelmez oluyor. Miso çorbası fena değil aslında diye düşünmeye başlıyorum. Yakitori, sukiyaki, sushi, sashimi derken zamanla Japon mutfağı dışında hiçbir yere gitmez oluyoruz. Üç yıllık görev süremin sonunda ülkeme gerçek bir Japon mutfağı hayranı olarak geri dönüyorum.
Müslümanlar ve Yahudiler domuz eti yemez. Japonlar sabah kahvaltıda kızarmış balık yer. Hintliler sığır eti yemez. Fransızlar salyangoz yer.
Yemek ve kimlik arasında çok güçlü bir bağ var. İnsanın neyi, ne şekilde yediği kimliğinin, kültürünün bir göstergesi. İzninizle bu yazıda yıllar önce görev yaptığım bir coğrafyaya, Japonya ve Güney Kore mutfağına, daha spesifik olarak oraların sofra kültürüne bir iletişimci gözüyle bakmayı deneyeceğim.
Asker Kartarı, dış dünyayı ‘anlamlandırmamızı’ kültür belirler der. Anlam, zihindeki örüntüye göre yaratılır. Bir iletişimci olarak kültürün kendimizi ve diğerlerini idrak etme biçimimiz olduğunu düşünüyorum.
Her kültürdeki iletişim pratiği bağlam bağımlıdır; hangi bağlamda hangi iletişim davranışının makbul olduğu, hangi davranışın hoş karşılanmadığı bellidir.
Bağlamı göz önüne almazsak mesajı ya algılamama ya da yanlış anlama tehlikesi vardır. Her kültürün biricik ve eşsiz olduğunu uzun yıllar yurtdışında yaşayarak ilk elden deneyimleyebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
Sözünü ettiğim iki ülkenin sofrası hakkında yazmadan evvel daha önceki yazılarımda değindiğim iletişim literatüründen iki önemli kavramı tekrar açıklamam gerekiyor; “yüksek/düşük bağlam” ve “güç mesafesi”. İşin doğrusu, bu iki kavrama girmeden mutfak kültürüne girmeyi biraz eksik buluyorum.
Kültürlerarası iletişim disiplininin kurucusu olarak kabul edilen Edward T. Hall, iletişim sürecini anlamak için ‘yüksek bağlam’, ‘düşük bağlam’ kategorilerini ortaya atar. Yüksek bağlamlı iletişimde bilginin büyük kısmını sosyal ve fiziksel çevreden alırız, bilgiyi doğrudan sözlü iletişimden elde etme oranımız düşüktür.
Mesela, bir iş görüşmesi yaptığımızı düşünelim, yüksek bağlamlı bir kültürde masanın ne tarafına oturtulduğumuz, sandalyemizin boyu, görüşmeyi yapan kişinin kıyafeti, bizimle göz göze gelip gelmediği gibi şeyler, kısacası odadaki her şey bizimle konuşur. Düşük bağlamlı bir kültürde ise sadece yazılı ya da sözlü mesajlar önem kazanır. Mesaj nettir ve doğrudan alınır, görüşmeyi yapan kişi kendini çok net olarak ifade ettiğinden odayı ve havayı ek bir anlam arayışı için taramamız gerekmez.
Hall’a göre, ABD, Kanada, İngiltere, İsviçre, Almanya ve İskandinavya düşük bağlamlı iletişime sahip kültürlerdendir; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde, Ortadoğu’da, Güney Amerika, Güney Kore ve Japonya’da yüksek bağlamlı kültür vardır.
Benim gibi Kore dizisi hayranları iyi bilir; o dizilerde olaylar, yüz ifadesi, vücut hareketleri, olayın geçtiği ortam, mekânın kullanımı gibi diğer sözsüz iletişimsel öğeler üzerinden ilerler. Kore dizilerinde bilgiyi aktörlerin replikleri kadar, genellikle, mekânın/ortamın atmosferinden de toplarız.
O coğrafyada sessizlik aktif bir iletişim biçimidir. Orada çalıştığım yıllar içinde sayısız kere sessizliğin bu kültürel boyutuna tanık oldum. Japon halkı sessizliğe sözlü olmayan iletişimin temel bir biçimi olarak çok değer verir.
Güney Kore için de benzer tespitler yapılabilir. Sessizliğin sosyal sağduyuyla bağlantılı olması, anlaşmazlık durumlarında çatışmanın önlenmesi için fikirlerin gizli tutulmasına eğilim, duyguları maskeleme vb. unsurlar her iki kültürde de yaygın. Yüksek bağlamlı bir kültüre sahip olan Kore’de az konuşan insanlar çok daha çekici bulunuyor örneğin.
Gelelim “güç mesafesi” kavramına. “Güç mesafesi” kavramı Hofstede’nin kültürel boyutlar modelinin altı ayağından biri.
Hofstede güç mesafesini şöyle tanımlıyor; “Bir toplumun üyelerinin, kurum ve kuruluşlarda gücün eşitsiz dağıldığını kabul etme derecesi”.
Kısaca, toplumda asimetrik güç kullanımının yaygın olması; bireylerin gücün eşit dağılmadığını kabul etmesi ve bunun sosyal düzenin bir sonucu gibi algılanması ile ilgili bir kavram.
Güç mesafesinin çok olduğu kültürlerde birilerinin diğerlerinden daha büyük miktarda güç kullanması kabul edilir.
Bu kültürlerde iş hayatı ast-üst ilişkisi açısından ciddi bir eşitsizlik barındırır. Yöneten insanlar “baba yarısı” kabul edildiğinden yönetilen, geniş bir yelpaze içinde gurur kırıcı davranışlarla karşılaşınca bile genelde sessiz kalır.
Güç mesafesinin düşüklüğü ise o toplumun kültüründe tüm insanların eşit haklara sahip olması gerektiği görüşünün kabul gördüğünün bir göstergesidir. Güç mesafesinin az olduğu kültürlerde ast ve üst neredeyse eşit hak ve sorumluluklara sahiptir, insanlar birbirleri ile eşit ilişki kurar.
Sofra adabı: Oshibori
Sofra adabı konusunda ilerlemeden önce Japon sofra adabına dair en sevdiğim şeyin yemekten önce ellerinizi temizlemeniz için sıcak ıslak havlu (oshibori) verilmesi olduğunu söylemeliyim. Sadece hijyen açısından düşünmeyin, sizi ruhen sofraya hazırlayan, havlunun sonrasında bir şölen olduğunu müjdeleyen bir ritüel bu.
Elbette birebir aynı değil ama Güney Kore sofra adabı ile Japon sofra adabının büyük ölçüde birbirine benzediğini söylemek mümkün. Her iki kültürde de sosyal hiyerarşi gereği iletişim içindeyken kendinizden daha yaşlı ya da sosyal olarak daha yukarda birisi ile konuşurken farklı dilsel ifadeler kullanmanız gerekir. Her iki toplumda iletişimde yaş ve statü çok önemlidir. İş gezilerinde, Güney Koreli muhataplarınız ilk sorduğu sorulardan biri yaşınızdır. Yaşınıza dair bilgi, size saygısızlık edip yanlış yere oturtma ihtimalini bertaraf etmek için sorulur. Ev sahibiniz size nasıl davranacağını bilmek için bu bilgiye ihtiyaç duyar.
Sofra adabında önemli bir başka benzerlik, her iki kültürde de aynı sofrada yemek yerken sizin sofra adabına uyma derecenizin sofrayı paylaştığınız her insan için aynı derecede önemli olması.
Sofranın geneline uyum sağlamanız gerekir. En basitinden, yemek hızınız diğerlerinden geride veya ileride olmamalıdır. Herkesle aynı hızda yemeniz beklenir. Daha hızlı yemeniz, orada olmayı istemediğiniz için acele ettiğiniz şeklinde, daha yavaş yemeniz ise yemekten hiç keyif almadığınız şeklinde yorumlanacağından her şekilde kendi yeme hızınızı diğerleri ile eşleştirmeniz gerekir.
Güney Kore’de yemeğe sofradaki en yaşlı insan başlar. Gençseniz yemeğinizi ancak en yaşlı kişi bitirdikten sonra bitirmeniz beklenir. Japonya’da misafir olduğunuz sofralarda yemeğe önce başlamanız uygundur, yemeği ilk tattığınızda hemen “Oishi” kelimesi ile yemeği beğendiğinizi dile getirmeniz beklenir. Eğer “lezzetli” anlamına gelen “Oishi” ifadesini kullanmazsanız yemeği beğenmediğiniz düşünülebilir.
Güç mesafesi kavramının sofradaki izdüşümü olarak yorumlanabilecek bir şekilde yaşınız ve/veya sosyal statünüz sofradaki fiziksel yerinizi belirler. En üst statüdeki insan en iyi yere oturtulur, en yüksek statüdeki insan en yüksek sesle konuşur, o konuşmadan kimse konuşmaz, hatta o konuşurken kimse onun gözüne doğrudan bakmaz bile.
Eğer gençseniz ya da sosyal statü açısından gerilerdeyseniz kapıya o ölçüde yakın oturmanız beklenir. Oturmak dediysem, oturmak için sizden yaşlıların ya da yüksek statüde olanların hepsinin oturduğundan emin olduktan sonra oturabilirsiniz.
Birbirinden farklı siparişleriniz olsa da birçok Japon/Güney Kore yemeğinin büyük bir tabakta servis edileceğini ve bu büyük tabağın tüm yiyenler arasında paylaştırılacağını gözden kaçırmamanız gerekir.
Kötü bir yemek adabınız olduğu düşünülmesin diye yemeğin sizin önünüzde duran küçük tabağa servis edilmesini beklemelisiniz. Doğrudan büyük tabaktan almaya sakın kalkışmayın derim. Büyük kabalık!
Doğrudan büyük tabaktan almamakla birlikte aranızdaki güç mesafesine bağlı olarak diğerlerine kendi yemeğinizden tatmaları konusunda teklifte bulunabilirsiniz veya size teklif edilirse onların yemeklerinden tadabilirsiniz. Doğru yerde doğru sözü söylemenin kültürel olarak nerdeyse bir zorunluluk olduğu bu ülkelerde kimsenin sizin “kaba saba biri” olduğunuzu düşünmesini istemezsiniz.
Güney Kore’de yemeğe başlamadan önce ev sahipliğine ve yemeğe ne kadar değer verdiğinizi göstermek amacıyla Türkçede “İyi yiyeceğim” anlamına gelen sözleri, yemek bittikten sonra da memnuniyetini mutlaka ifade etmek için “İyi yedim” anlamına gelen sözleri bir görev bilinciyle ifade etmeyi unutmayın.
Japonya’da yemeğe “itadakimasu” (Minnetle kabul ediyorum, afiyet olsun) ifadesiyle başlanması adetten. Yemeği bitirirken sadece pişiren kişiye değil aynı zamanda yemeğe de şükran duymayı içeren “gochisōsamadeshita” (“ziyafet için teşekkürler”) ifadesi kullanılır. Eğer yemeği dışarda yiyorsanız restoranda hesabı öderken de doğrudan teşekkür etmek yerine bu ifadeyi kullanırsınız.........
© Bianet
