Eğitim yönetiminde liyakat ve güncel atama sorunları
“Eğitimde başarı, liyakatli liderlerin elinde gerçekleşir.”
Eğitim kurumlarının etkinliği, büyük ölçüde eğitim yöneticilerinin niteliklerine ve atama süreçlerinin şeffaflığına bağlıdır. Türkiye'de eğitim yöneticilerinin atanmasında liyakat ilkesinin yeterince uygulanmaması, okul başarısızlıklarına ve eğitim sisteminin verimsizliğine yol açmaktadır.
Eğitim kurumları, bireyleri topluma hazırlama, bilgi ve beceri kazandırma süreçlerinde kritik bir rol oynayan yapılar olarak, toplumların kalkınması ve sürdürülebilir gelişimi açısından büyük öneme sahiptir. Bu kurumların etkinliği, yalnızca eğitim programlarının kalitesine değil, aynı zamanda bu programları yöneten eğitim yöneticilerinin niteliklerine ve atama süreçlerinin şeffaflığına da doğrudan bağlıdır.
Türkiye’de eğitim yöneticilerinin atanmasında liyakat ilkesinin yeterince uygulanmaması, okul yönetiminde aksamalara, kaynakların etkin kullanılmamasına ve öğretmen ile öğrenci motivasyonunun düşmesine yol açmaktadır. Liyakat temelli olmayan atamalar, yönetim süreçlerinde belirsizlikler ve kayırmacılık gibi olumsuz durumları beraberinde getirirken, okulların başarısızlık riskini artırmakta ve eğitim sisteminin genel verimliliğini düşürmektedir. Bu bağlamda, eğitim yöneticilerinin atanmasında adil, şeffaf ve liyakata dayalı kriterlerin uygulanması, hem bireysel hem de kurumsal başarıyı artıracak, eğitim sisteminin bütünlüğünü ve sürdürülebilirliğini güçlendirecektir.
Liyakat, bir kişinin göreve uygunluk ve yeterlilik durumunu ifade eder. Eğitim yöneticilerinin atanmasında liyakat ilkesinin ön planda tutulması, okulların verimli bir şekilde yönetilmesini sağlar. Ancak Türkiye'de eğitim yöneticilerinin atanmasında liyakat yerine siyasi ve ideolojik yakınlıklar, sendikal aidiyetler gibi faktörler öne çıkmaktadır. Bu durum, okul yönetiminde objektiflik ve adaletin sağlanmasını engeller.
Türkiye’de eğitim yöneticisi atamaları genellikle geçici görevlendirme yazılarıyla yapılmaktadır. Bu durum, yöneticilerin pozisyonlarının kalıcı olup olmayacağından emin olamamalarına yol açmakta ve görevlerini “her an değiştirilebilirim” düşüncesiyle yürütmelerine sebep olmaktadır. Sonuç olarak, yöneticiler yeterince motive olamamakta, uzun vadeli planlama ve stratejik yönetim konusunda isteksiz davranabilmekte ve bu durum okul yönetiminin etkinliğini olumsuz etkilemektedir. Geçici görevlendirmeler, eğitim kurumlarında sürdürülebilir başarı ve istikrarlı yönetim kültürünün oluşmasını da zorlaştırmaktadır.
Liyakat temelli yönetici atamaları, eğitim kurumlarının etkinliğini artırır. Bu tür atamalar, yöneticilerin pedagojik bilgi ve liderlik becerilerini kullanarak okulun verimli çalışmasını sağlar. Ayrıca, liyakat ilkesine dayalı atamalar, öğretmenlerin motivasyonunu artırır ve okul kültürünün güçlenmesine katkı sağlar.
Eğitim yöneticisi atamalarında yazılı sınav sonuçları belirleyici olmalı, mülakatlar ise sadece tamamlayıcı bir rol üstlenmelidir.
Atama süreçleri şeffaf olmalı ve bağımsız denetim mekanizmaları oluşturulmalıdır.
Yönetici adaylarına yönelik hizmet içi eğitim ve gelişim programları düzenlenmeli, liderlik ve yönetim becerileri geliştirilmeye çalışılmalıdır.
Atama süreçlerinde sendikal aidiyetler ve siyasi görüşler etkili olmamalıdır.
Eğitim yöneticilerinin atanmasında liyakat ilkesinin ön planda tutulması, sadece bireysel yöneticilerin performansını artırmakla kalmaz; aynı zamanda eğitim kurumlarının genel işleyişinde düzen, verimlilik ve sürdürülebilir başarı sağlar. Liyakat temelli atamalar, yöneticilerin pedagojik bilgi, liderlik becerileri ve stratejik planlama yetkinliklerini etkili bir şekilde kullanmasına imkân tanır. Bu sayede öğretmenlerin motivasyonu artar, okul kültürü güçlenir ve öğrencilerin akademik başarıları üzerinde doğrudan olumlu etkiler ortaya çıkar. Türkiye’de hâlihazırda uygulanan sistemde ise siyasi, ideolojik veya sosyal bağlantılar gibi liyakat dışı kriterler ön planda tutulduğunda, yönetim süreçlerinde aksaklıklar, kaynakların verimsiz kullanımı ve okul başarısında düşüş gözlemlenmektedir.
Bu nedenle, eğitim yöneticisi atama süreçlerinin şeffaf, ölçülebilir ve liyakata dayalı kriterlerle düzenlenmesi, hem okulların performansını artıracak hem de eğitim sisteminin bütünlüğünü ve toplumun eğitimden beklentilerini karşılamasını sağlayacaktır. Liyakat esaslı yönetici atamaları, yalnızca eğitim kurumlarının değil, toplumun genel olarak bilgi, beceri ve değerler kazanımı açısından da sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlayacaktır. Liyakat ilkesinin sistematik bir şekilde uygulanması, Türkiye eğitim sisteminin kalitesini yükseltmenin ve toplumsal beklentilere etkin bir şekilde cevap vermenin en temel şartıdır.
(AÖ/NÖ)
Amsterdam merkezli uluslararası bir araştırma ve savunuculuk enstitüsü olan Transnational Institute’un (TNI) internet sitesinde Hamza Hamouchene imzasıyla yayımlanan bu analizi, Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sizlere sunuyoruz. Bu analiz, Filistin mücadelesini fosil kapitalizmine ve emperyalizme karşı küresel mücadeleyle ilişkilendirerek, Filistin’in kurtuluşu olmadan gerçek bir iklim adaletinin mümkün olmayacağını öne sürüyor.
Gazze’de devam eden soykırımın ortasında iklim ve ekoloji meselelerinden söz etmek ilk bakışta yersiz, hatta uygunsuz görünebilir; oysa Gazze’de yaşananlar yalnızca bir soykırımdan ibaret değildir, aynı zamanda bir ekokırımdır ya da bazılarınca söylendiği gibi bir holokırım: tüm bir toplumsal ve ekolojik dokunun kasıtlı olarak yok edilmesidir. Gazze bugün, büyük bölümü insan kalıntıları içeren 40 milyon tonun üzerinde enkaz ve tehlikeli maddeyle kaplı. 2024’ün başına gelindiğinde, Gazze’nin tarım arazilerinin önemli bir kısmı çoktan yok edilmişti; meyve bahçeleri, seralar ve temel gıda ürünleri amansız bombardımanlarla silinip gitmişti. Zeytinlikler ve tarlalar kupkuru, ölü toprağa dönüşürken; mühimmat ve zehirli maddeler hem toprağı hem de yeraltı sularını kirletti. Öte yandan, İsrail’in elektrik akışını kesmesi ve arıtma tesislerini tahrip etmesi nedeniyle Gazze’nin deniz suları da kanalizasyon ve atıkla boğulmuş durumda.
İsrail’in soykırımı kapsamında gerçekleşen ekolojik yıkımı kavramak, iklim ve ekoloji kriziyle Filistin’in kurtuluş mücadelesi arasındaki hayati kesişimleri görünür kılar. Filistin’in özgürlüğü olmadan gerçek bir küresel iklim adaleti mümkün değildir; tıpkı Filistin halkının özgürlük mücadelesinin, yeryüzünün ve insanlığın varoluşuyla özünde bağlı olması gibi. Bu yazı, İsrail’in Filistin’deki yerleşimci sömürgeci şiddetiyle ekolojik yıkımı arasındaki derin iç içeliği, özellikle mevcut soykırımda ulaştığı “zirveyle” birlikte takip ediyor. Başından bu yana çevresel tahribatın, Siyonist sömürgeci egemenliğin temel bir unsuru olduğunu ve bir kontrol ve silme aracı olarak kullanıldığını ortaya koyuyor. Analiz, buradan hareketle şu temel alanlara odaklanıyor: Filistinlilere dayatılan orantısız iklim kırılganlıkları; İsrail’in işgali ve apartheid rejimini örtbas etmek için başvurduğu yeşil aklama ve eko-normalizasyon uygulamaları; Gazze’deki güncel ekokırım ve İsrail’in küresel fosil kapitalist düzendeki yeri. İnceleme, toprağa, kültüre ve bakıma dayalı pratiklerle sürdürülen Filistin direnişiyle sona eriyor -yalnızca tahakkümün reddini değil, özgürlüğe dayanan bir çevresel adalet vizyonunu da ortaya koyuyor.
İsrail, 1948 öncesi Filistin’i uzun süredir boş, çorak bir çöl olarak tasvir eder ve bu imgeyi, İsrail devletinin kuruluşuyla güya yeşillenen bir vahayla karşıtlık içinde sunar. Bu ırkçı çevresel anlatı, Filistin’in yerli halkını, üzerinde binlerce yıldır yaşadıkları toprağı önemsemeyen, hatta onu tahrip eden ekolojik vahşiler olarak betimler. Ancak bu çevresel söylem ne yenidir ne de İsrail sömürgeciliğine özgüdür. Coğrafyacı Diana K. Davis’in “çevresel oryantalizm” olarak adlandırdığı kavrama göre, 19. yüzyıldaki Anglo-Avrupa tahayyülleri Arap dünyasının çevresini sıklıkla “bir şekilde bozulmuş” olarak tasvir etmiş, böylece onu iyileştirmek, onarmak, normale döndürmek ve düzeltmek için müdahale edilmesi gerektiği fikrini ima etmiştir.[1]
Toprağın “kurtarılması” fikrine dayalı Siyonist ideoloji, İsrail’e bağlı yarı devlet kurumu Yahudi Ulusal Fonu’nun (JNF) yürüttüğü ağaçlandırma projesi etrafında inşa edilen anlatıda somutlaşır. JNF, bu ağaçlandırma yoluyla Nakba sırasında yok edilen 86 Filistin köyünün fiziksel ve simgesel izlerini silmeyi amaçladı.[2] “Koruma” kisvesi altında, JNF ağaç dikimini sömürgeci kitlesel yerinden etme, etnik temizlik, çevre tahribatı ve mülksüzleştirmeyi gizleyen bir silaha dönüştürdü; yerli peyzajın yerini alacak yeni bir manzara yarattı.
Ghada Sasa, bu tür ekosömürgeci uygulamaları çarpıcı bir biçimde çözümler ve bunları “yeşil sömürgecilik” olarak tanımlar: İsrail’in çevreciliği, yerli Filistinlileri ortadan kaldırmak ve kaynaklarını gasp etmek üzere sahiplenmesidir. Sasa, İsrail’in koruma alanı statülerini (millî parklar, ormanlar ve doğa rezervleri) nasıl kullandığını şöyle açıklar: (1) arazi gasplarını meşrulaştırmak; (2) Filistinli mültecilerin geri dönüşünü engellemek; (3) Filistin’i tarihinden koparıp Yahudileştirmek ve Avrupalılaştırmak suretiyle Filistin kimliğini silmek ve İsrail baskısına direnişi bastırmak; (4) apartheid rejimine yönelik imajını yeşil aklamayla parlatmak.[3]
İsrail’in kaynak gaspı, Filistin’in su varlıklarına da uzanıyor. İsrail’in 1948’de kurulmasının hemen ardından, Yahudi Ulusal Fonu (JNF) tarihsel Filistin’in kuzeyindeki Hula Gölü’nü ve çevresindeki sulak alanları kuruttu.[4] Bu işlemin, tarım arazilerini genişletmek için gerekli olduğu öne sürüldü. Oysa proje, Avrupa’dan yeni gelen Yahudi yerleşimciler için “verimli” tarım arazisi yaratmakta başarısız olduğu gibi, ciddi çevresel tahribata da yol açtı; yaşamsal önemdeki pek çok bitki ve hayvan türü yok oldu[5] ve Celile Gölü’ne akan suyun kalitesi ciddi biçimde bozuldu, bu da Ürdün Nehri’nin aşağı kesimlerindeki akışı sekteye uğrattı.[6] Aynı dönemde, İsrail’in ulusal su şirketi Mekorot, Ürdün Nehri’nden suyu İsrail kıyı şeridindeki yerleşimcilere, şehirlere ve Necef Çölü’ndeki Yahudi yerleşimlerine yönlendirmeye başladı.[7] 1967’de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail tarafından işgal edilmesinin ardından, İsrail Ürdün Nehri’nden su gaspını daha da yoğunlaştırdı. Bugün Ürdün Nehri -özellikle de aşağı kesimi- artık neredeyse çamur ve kanalizasyonla dolu kirli bir dereye dönüşmüş durumda.[8]
İsrail’in, ister ağaçlandırma yoluyla ister su kaynaklarını kurutarak gerçekleştirdiği Filistin çevresine yönelik saldırıları, çevreye dair tutumların yerleşimci sömürgeci projenin daha geniş çerçevesine nasıl yerleştiğini gösteriyor. Yerleşimci sömürgecilik, “yerli toplulukların toprak üzerindeki ortak varlığını ve sürekliliğini bilinçli olarak ortadan kaldırmayı” hedefleyen, halkların yaşadıkları toprakla kurdukları bağı şiddet yoluyla koparan bir tahakküm biçimidir.[9] Bu açıdan bakıldığında, yerleşimci sömürgecilik ekolojik bir üstünlük biçimidir: Yerli halklar için anlamlı olan ilişkilerin niteliklerini siler ve onların yerine sömürgeci ekolojiler dayatır. Kyle Whyte’ın ifade ettiği gibi, “yerleşimci topluluklar, yerli halkların ekolojilerinden kendi ekolojilerini yaratmaya çalışır -ki bu genellikle ek malzemelerin ve canlıların getirilmesini gerektirir.”[10] Benzer şekilde, Shourideh Molavi de sömürgeci şiddetin “her şeyden önce bir ekolojik şiddet” olduğunu, bir ekosistemin yerine başka bir ekosistem dayatma girişimi olduğunu öne sürer. Eyal Weizman da aynı görüştedir; çevrenin, “sömürgeci ırkçılığın hayata geçirildiği, toprağın gasp edildiği, kuşatma hatlarının sağlamlaştırıldığı ve şiddetin sürdürüldüğü araçlardan biri” olduğunu belirtir.[11] Weizman, Filistin bağlamında şunu gözlemler: “Nakba’nın daha az bilinen bir çevresel boyutu vardır -çevrenin, iklimin, toprağın, yerli iklimin, bitki örtüsünün ve gökyüzünün tümden dönüştürülmesi. Nakba, sömürgecilik tarafından dayatılmış bir iklim değişikliği sürecidir.”[12]
İsrail’in Filistin’in çevresini dönüştürmesi bağlamında, Filistinliler artık küresel iklim krizinin giderek şiddetlenen etkileriyle yüz yüze. Bu yüzyılın sonuna gelindiğinde, Filistin’deki yıllık yağış miktarının 1961-1990 dönemiyle karşılaştırıldığında 0’a kadar azalabileceği öngörülüyor.[13] Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), sıcaklıkların 2,2 ila 5,1°C arasında artacağını ve bunun çölleşmenin hızlanması da dahil olmak üzere yıkıcı iklim değişimlerine yol açabileceğini belirtiyor.[14] Filistin ekonomisinin temel direklerinden biri olan tarım bu durumdan ciddi biçimde etkilenecek; daha kısa ekim dönemleri ve artan su ihtiyacı gıda fiyatlarını yükselterek gıda güvenliğini tehlikeye sokacak.
Filistinlilerin iklim kırılganlığı, yüzyılı aşkın süredir devam eden sömürgecilik, askerî işgal, apartheid rejimi, mülksüzleştirme, yerinden edilme, sistematik baskı ve soykırımın oluşturduğu acımasız tarihsel bağlam içinde anlaşılmalıdır. Bu tarihsel arka plan nedeniyle, Zena Agha’nın da belirttiği gibi, iklim krizinin İsrail ile İşgal Altındaki Filistin Toprakları üzerindeki etkileri arasında derin ve kalıcı asimetriler vardır ve olmaya devam edecektir.[15] İsrail’in süregiden işgali, Filistinlilerin kaynaklara erişimini ve iklim değişikliğine uyum sağlayacak altyapı ile stratejiler geliştirmesini engellerken; İsrail, bölgedeki iklim değişikliğine en az kırılgan ülkelerden biri olmanın yanı sıra, bu krize müdahale etmeye en hazırlıklı olanlardan biridir. Bunun nedeni, İsrail’in Filistin’in topraktan suya, enerjiden tarıma kadar uzanan kaynaklarının büyük kısmını gasp edip kontrolü altına alması ve Filistinli işçilerin emeğiyle, emperyal güçlerin aktif desteğiyle, iklim değişikliğinin bazı etkilerini hafifletebilecek teknolojiler geliştirmiş olmasıdır. Kısacası, Filistin ile İsrail’de iklim değişikliğine uyum kapasitesi derin biçimde eşitsizdir; bu eşitsizlik ırk, din, hukuki statü ve yerleşimci sömürgeci hiyerarşiler temelinde şekillenmektedir. Bu durum çoğu zaman “iklim apartheid’ı” ya da “eko-apartheid” olarak adlandırılır.[16]
Bu durumun en çarpıcı biçimde görüldüğü alan suya erişimdir. Komşu ülkelerin aksine, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında gerçek bir su kıtlığı yoktur. Buna rağmen, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinliler, işgalin dayattığı Yahudi üstünlüğü ve apartheid su altyapısı nedeniyle kronik bir su kriziyle karşı karşıyadır. İsrail, 1967’de Batı Şeria’yı işgal ettiğinden bu yana su kaynakları üzerinde bir tekel kurmuş; bu durum, 1995’te imzalanan II. Oslo Anlaşması’yla resmileşmiş ve İsrail’e Batı Şeria’daki suyun yaklaşık ’i üzerinde kontrol hakkı tanımıştır. İsrail bir yandan su teknolojisini geliştirip Yeşil Hat boyunca erişimi genişletirken, Filistinlilerin suya erişimi apartheid uygulamaları, toprak gaspları ve mülksüzleştirme nedeniyle giderek azalmıştır. Bu tablo; İsrail’in su kaynakları üzerindeki mutlak kontrolünü, Filistinlilere dayattığı katı kullanım kotalarını, gelişme hakkının (örneğin kuyu açılmasının) reddedilmesini ve Filistinli su altyapısının defalarca yıkılmasını da içerir. Sonuç olarak, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan İsrailli Yahudiler arıtılmış su ve bolluk gibi lükslere sahipken, Filistinliler iklim değişikliğiyle birlikte daha da ağırlaşacak kronik bir su kıtlığı içinde yaşamaktadır. Aradaki fark çarpıcıdır: 2020 yılında İsrail’de kişi başına günlük su kullanımı 247 litre iken, Batı Şeria’daki Filistinlilere düşen miktar yalnızca 82,4 litredir.[17]
Batı Şeria’da, İsrail’in 600 bin yasa dışı yerleşimcisi, 3 milyonluk Filistinli nüfusun yaklaşık altı katı kadar su tüketiyor. Dahası, bu yasa dışı yerleşimler kişi başına günde 700 litreye kadar su harcıyor; bu miktara havuzlar ve çim alanlar gibi lüks tüketimler de dahil. Buna karşılık, su şebekesine erişimi olmayan bazı Filistinli topluluklar kişi başına yalnızca 26 litre suyla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bu miktar, afet bölgelerinde görülen ortalamaya denk düşüyor ve Birleşmiş Milletler ile Dünya Sağlık Örgütü’nün kişisel ve evsel ihtiyaçlar için önerdiği günlük 50 ila 100 litre aralığının çok altında kalıyor.[18]
2015 yılında Batı Şeria’daki hanelerin yalnızca P,9’u günlük suya erişebiliyordu. 2020 yılına gelindiğinde ise, B’Tselem’in tahminlerine göre, Batı Şeria’daki Filistinlilerin sadece 6’sı yıl boyunca düzenli ve güvenilir su erişimine sahipti; nüfusun G’si ise ayda 10 günden az süreyle su alabiliyordu.
Gazze’de durum daha da kötü. Mevcut soykırımdan önce bile hanelerin yalnızca 0’u günlük suya erişebiliyordu; bu oran, İsrail saldırıları sırasında keskin biçimde düşmüştür.[19] İsrail, Gazze’ye yeterli miktarda temiz su girişini engellemekle kalmıyor; aynı zamanda altyapının inşasını ya da onarımını da, gerekli malzemelerin girişini yasaklayarak imkânsız hâle getiriyor. Sonuç ise felakettir: Soykırım öncesinde Gazze’deki suyun ila ’i........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d