Üreten suçlu, yöneten mağdur
On yıllardır tarımda fiyat politikaları yanlış belirleniyor. Ürün fiyatları ya maliyetle başa baş oluyor; bu nedenle çiftçi geçinmek için borçlanıyor veya maliyetin altında belirleniyor çiftçi iflas ediyor. Bunu üreten de biliyor, yöneten de.
Her üretim sürecinde girdi kullanımının hemen öncesinde tohum, mazot, gübre, ilaç, elektrik fiyatları şirketler tarafından yükseltiliyor. Yükselen fiyatlar çiftçilerin maliyetini artırıyor. Üretici borç harç edip ihtiyacı olan girdiyi satın alıyor. Fiyat yükselten şirketlere yönetenlerin ne sözü, ne dişi geçiyor... Onların karşısında pısıyor! Üretici karşısında şirket safında yerini alıyor.
Hasat öncesinde ürün fiyatlarını açıklama zamanı geldiğinde şirketler, yerel işbirlikçileri ve yönetenler cephesi dört bir koldan harekete geçiyor. Sanırsınız haçlı seferine çıkılıyor.
Hasat öncesinde gümrükleri yönetenler vergiyi sıfırlıyor, bununla; "Eğer açıklanacak-açıklayacağımız fiyata razı gelmezsen, şirketler, dışarıdan fiyat dopingi uygulanmış düşük fiyatlı ürünü satın alır, seninki elinde kalır" diyerek çiftçiye gözler pörtletiliyor. Ardından yönetenler hava koşullarına bağlı olarak verimlilik o yıl biraz iyiyse fiyatları maliyet düzeyinde, verim ortalamaya yakınsa maliyetin biraz üstünde belirliyorlar.
Yönetenler düşük fiyat politikaları, gümrük sıfırlamaları ile şirketler için bu kadar canhıraş çabalarken, şirketler de boş durmuyor. Onlar da her yıl “Bu yıl rekolte yüksek ürün elinizde kalır" safsatasıyla kuşandığı yalan kılıcıyla üreticilere karşı saldırıya geçiyor. Çiftçinin yüreğindeki zaten var olan kaygı ateşine rekolte yüksek odununu atarak ateşi harlıyor. 'Yalandan kim ölmüş', misali yönetenler de bu palavrayı açıkladıkları yüksek rekolte verileriyle üflüyor, yerel işbirlikçiler ise bu yalan balonunu şişirip etrafa yayıyor.
Bu politikalar sonucunda, hani "çiftçinin karnını yarmışlar, kırk tane 'gelecek yıl' çıkmış" diyorlar ya gelecek yılki ürününün daha iyi olacağı umuduyla çiftçi yaşıyor.
Oysa gerçekler orta yerde duruyor. Çiftçi olup bitenin farkında. Fakat çiftçi yalnız, çiftçi örgütsüz. Çiftçiler 'makus talihini' yenmek, mağduriyetini gidermek için birçok yerde yıllardır bireysel veya küçük topluluklar halinde demokratik hak arama eylemleri yapıyorlar.
En son Yozgat'ın Aydıncık ilçesinde üretici Sadık Erdoğan, ürün fiyatı maliyetinin altında kalınca tüccara satmak yerine patateslerini halka bedelsiz olarak dağıttı. Bu eylemin sonrasında çiftçi Sadık Erdoğan'a soruşturma açılacağı duyuruldu.
Neden?
Ticaret Bakan Yardımcısı Mahmut Gürcan, patatesini vatandaşa dağıtan çiftçiye "Piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozma, piyasada darlık yaratma fiilinin işlendiği idari para cezası uygulanacak" demiş.
Bunu gerçekten söylemiş mi bilmiyorum.
Söylemişse;
- Türkiye piyasasının dengesi bir römork patates ile bozulacak kadar kırılgan mı? Yok değilse 'hak arayan böyle muamele görür' parmağını sallamak mı?
- Çiftçi paralı-parasız piyasaya mal arz ederek veya halka bedelsiz ürün dağıtarak piyasada ne gibi bir darlık yaratıyor? Piyasaya şirketlerin dışında ürün arz edilince daralıyor da şirketler mal sürünce genişliyor, rahatlıyor mu? Öyleyse söyleyecek söz kalmıyor. Bu savın karşısında söz biter, bilim tükenir.
Bu durumda mevcut serbest piyasa politikaları Türkiye tarımını nereye taşır?
Bunu geçmişte yaşanmış trajikomik bir olay ile cevaplayayım.
Şehirli bir arkadaşım ailesiyle seyahat ederken bir şeftali bahçesinin yanında durur. Ağaçtan şeftali koparıp yer, bir tanede kızı için koparır verir. (Bu arada belirteyim kızı lisededir) Kızı, 'Hayır! Şeftali manavdan satın alınır' diyerek ağlamaya ve tepinmeye başlar. Bu olay bize insanların yediklerine ne kadar yabancılaştıklarını gösteriyor.
Son yaşanan patates üreticisi Aydıncıklı Erdoğan olayında üretenlerin suçlu, yönetenlerin mağduru oynadığı yeni tarım politikalarıyla tersine bir demokratik dünyaya yelken açarız. Bizler de şirketlerin yelkenine rüzgâr üfleye üfleye ilerde çocuklarımız, torunlarımızdan, "her ürün yenmez sadece ithal ürünler yenir" tepinmelerini görür, ağlamalarını işiterek, küresel gıda, tarım ve kimya şirketlerinin limanına demirleriz.
Çözüm olarak; çiftçilerin örgütlenmesi, yönetenlerin üretimi desteklemesi iyi bir başlangıç olabilir.
(AA/HA)
Troçki’nin 21 Ağustos 1940’ta Meksika’da öldürülmesinin üzerinden 85 yıl geçti. Onun Osmanlı/Türkiye üzerine ilk sistematik çözümlemeleri, Balkan Savaşları’nda savaş muhabiri olarak kaleme aldığı yazılarda billurlaştı: Cephedeki hareketlerden çok, savaşın toplumları altüst eden iktisadî-siyasal etkilerine ve “eşitlik vaadi - cezasızlık gerçeği” arasındaki makasa odaklandı. Sofya’dan cephe gerisine uzanan gözlemleri, milliyetçi-merkezî çizginin sonuçlarını ve Ermeni meselesinin bölgesel bağlarını sergileyen bir bütünlük kazandı; bu külliyat, daha önce Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Balkan Savaşları adıyla yayımlandı.
Türkiye’deki tarihçiliğin bir damarına göre—tarihçi İsmet Görgülü’nün de dâhil olduğu—Balkan Savaşı, Bulgar-Sırp (1912) ittifakı dâhil kurulan ittifakların genişleme hedeflerinin birleşmesi ve Osmanlı’nın 1908-1911’deki krizleri ile Trablusgarp’la meşguliyetinin fırsata çevrilmesiyle patladı. Bu anlatının karşısına ise dönemin başka bir tanıklığı ve anlatısı çıkıyor. Bu çerçevenin yanına şimdi, aynı dönemi sahadan izleyen Troçki’nin tanıklığını koyarak, askerî-siyasal nedenlerin toplumsal hayata nasıl tercüme edildiğini izleyeceğiz.
Birçok vesileyle Osmanlı ve Türkiye ile karşılaşacak olan Troçki’nin ilk sistematik Osmanlı analizleri Balkan Savaşları’na dayanıyor. Ölüm yıldönümünde, Türkiye tarihine de ışık tutabilecek bu kitabına ve deneyimine bakmanın epey yarar getireceğine eminim. Troçki, Viyana’daki sürgün hayatını sürdürürken bir gazeteden aldığı teklifle savaş muhabirliğine başladı. Balkanlar patlamaya hazır bir barut fıçısıydı ve “Hasta Adam” Osmanlı’nın zayıflayan gövdesinde herkes pay peşindeydi. Troçki bu teklifi hemen kabul etti. Üretici nüfus cepheye sürülünce ekonomiler çöker, yoksulluk derinleşir, halkın savaş yorgunluğu büyürdü. Troçki bu nedenle Balkan devletlerinin uzun bir savaşı sürdüremeyeceğini ve dış güçlerin finansmanına bağımlı hâle geleceğini öngördü. Bu bağımlılığın ikinci bir savaşı da beraberinde getireceğini öngörmüştü.
Ayrıca savaşın ilerlemesiyle yaşanan katliamların artık normalleşmeye başladığını göstermişti: “Üç asker yürüyerek yanımdan geçiyorlar. Konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. ‘Kaç tane Arnavut öldürdüm, bilmiyorum,’ diyor biri, ‘ama bir tekinin bile üzerinden para edecek bir şey çıkmadı. Sonra bir bula (genç Türk köylü kadını) öldürdüm, üzerinde on tane altın lira buldum.’ Tüm bunları açık açık, sakince, umursamazca anlatıyorlar. Yapılan sıradan bir şey. İnsanlar, savaşın birkaç günde kendilerinde nasıl bir dönüşüm meydana getirdiğini anlamıyorlar.” (s. 388)
Karşılıklı katliamların bıraktığı izleri makalelerine taşıyordu Troçki.
Savaş muhabiri olarak gittiği yerlerde, orduların strateji ve taktiklerine ilişkin—daha sonra Kızıl Ordu’nun başında kurucu komutan olduğunda uygulayacağı—birçok deneyimi yerinde edindi. Taktik düzlemde, örneğin, Troçki gerilla ve çete savaşına dair gözlemleriyle dikkat çekti. Balkanlar’da ‘çetnik’ adıyla bilinen küçük birliklerin faaliyetlerini yakından inceledi; ancak bunların savaşın kaderini değiştirecek güçte olmadığını belirtti. Ona göre düzensiz çeteler sabotaj yapabilir, geçici baskınlarla ses getirebilirdi; ama belirleyici olan eğitimli, disiplinli kitle ordularıydı. Troçki aynı zamanda şu soruyu sordu: “Çetnik mücadelesi durdu. Niçin? Makedon liderlerinin birçoğu, Türk meşrutiyetinin, Makedonya’da kapsamlı reform için legal ve barışçıl mücadele yürütülmesine imkân sağlayacağından emindi.” (s. 332) Aslında Balkanlar’da da 1908 Devrimi’nin büyük değişiklikler getireceği ve ayrılmaya gerek kalmayacağı görüşü hâkimdi.
Troçki’ye göre Balkanlar’da işler, hanedanların kanlı hesapları ve büyük güçlerin oyunlarıyla öylesine iç içe geçmiştir ki—Troçki’nin 1909’da ifade ettiği üzere—bu düzen sürdüğü takdirde bölge sürekli patlamaya hazır bir “Pandora’nın kutusu” olarak kalacaktır. Bunun kalıcı çözümü, tüm Balkan uluslarının İsviçre ya da Amerika Birleşik Devletleri örneğine benzeyen demokratik-federal bir çatı altında tek bir devlet kurmasıdır; böyle bir birlik hem iç barışı sağlar hem de üretici güçlerin gerçek gelişimini mümkün kılar. Ne var ki, Troçki bu talebin neden hayata geçmediğini Jön Türkler’in siyasetiyle açıklar:
‘’Ne var ki, Jön Türkler bu yolu kesin bir biçimde reddettiler. Hâkim milliyeti temsil etmelerine ve kendi ulusal ordularına sahip olmalarına dayanarak ulusal merkeziyetçi olmak ve........© Bianet
