Yenemeyen/yenilmeyenlerin barış çabası… (1)
Savaşlar yalnızca askeri çatışmalardan ibaret değildir; aynı zamanda iktidarın yeniden dağıtıldığı, kuralların yeniden yazıldığı, hak ve varoluş sınırlarının yeniden çizildiği tarihsel olaylardır. Bu bağlamda “yenilen” yalnızca savaş alanında mağlup edilen taraf değildir; aynı zamanda insan haklarından, ekonomik kaynaklardan, kültürel kimlikten ve hatta yaşama hakkından mahrum bırakılan öznedir. Bu yazı, daha önce bu köşede başlattığım savaş ve terör üzerine düşünsel çözümlemelerin devamı niteliğindedir. Amacım, tarihsel örnekler üzerinden yenilgi olgusunun siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçlarını incelemeyi sürdürmek ve bu bağlamda savaşın sadece cephede değil, toplumsal dokuda bıraktığı derin izleri görünür kılmaktır.
Yenilginin Çok Katmanlı Gerçekliği
Yenilgi, yalnızca askeri bir sonuç değildir; aynı zamanda toplumsal hafızaya kazınan, kuşaklar boyunca aktarılan çok katmanlı bir deneyimdir. Mağlup olan taraf, yalnızca toprak, asker ya da iktidar kaybı yaşamaz; aynı zamanda özsaygısını, temsiliyet hakkını ve tarih yazma kudretini de (yenenlerin anlattığı tarihi biliriz yenilenler, yok olanların değil) yitirebilir. Bu nedenle yenilgi, maddi kayıpların ötesinde, çeşitli travmalar içeren karmaşık bir travma niteliği taşır. Travma sözcük anlamı itibariyle de yara demektir. Travmanın bu biçimi hem bireysel hem de kolektif kimliğe yönelmiş bir yara hâlinde varlığını sürdürür. Yenilen topluluklar, çoğu zaman bu durumu doğrudan kabul etmektense, yenilgiyi anlatı aracılığıyla dönüştürmeye yönelirler. Efsaneleştirilen kahraman figürleri, ihanet mitolojileri, kayıpların kutsallaştırılması ve kurban söylemleri, bu dönüşümün temel araçları arasında yer alır. Bu sayede yenilgi, bir utanç kaynağından, zamanla kolektif bir öfke ve hak iddiasına evrilir. Bu ise, ileride doğabilecek çatışmaların psikolojik zeminini hazırlar.
Barışın önündeki en büyük engellerden birisi şu: Bugün adına “barış süreci/çalışması” denilen durumda taraflar, yenilmemiş gibi, hatta zafer kazanmışçasına bir pozisyondan konuşmaktadır. Oysa bugünkü barış arayışı aslında bir zorunluktan doğmakta. Çünkü savaş, taraflardan hiçbirinin kesin bir üstünlük sağlayamayacağı bir noktaya geldi. Onlarca yıldır ‘kazandık/kazanacağız/ üç, beş kişi kaldılar’ anlatısının anlamsızlaşması. Bugün ortada ne açık bir galibiyet ne de açıkça kabul edilmiş bir yenilgi var. Benim hiç de uzman olamadığım bir mesele de şu: Bazı uzmanlar uluslararası güç dengelerinin ve stratejik hesapların bir uzlaşıyı zorladığına işaret ediyorlar. Yani birçok dinamiğinin rol oynadığı kazanan ve kaybedenin belli olmadığı ve bu anlamda, daha önce çok az deneyimlenmiş, tanımı ve sınırları belirsiz bir barış biçimiyle karşı karşıyayız. Bu tür süreçlerde taraflar ne zaferin meşruiyetine ne de yenilginin itirafına sahip oldukları için, barışı da kendi konumlarına göre yeniden tanımlamaya ve karşı tarafa dayatmaya çalışırlar. Bu ise, barışı kırılgan, çelişkili ve karşılıklı güvensizlikle malul bir yapıya dönüştürür.
Hakemsiz Barış: Üçüncü Tarafın Yokluğunda Güven Bunalımı
Barış sürecinin yapısal zorluklarından biri de çatışan tarafların çözüm sürecini doğrudan, birbirlerine güvenmeden yürütmek zorunda kalmalarıdır. Oysa birçok kültürel bağlamda bir çatışmanın sonlandırılması, yalnızca iki taraf arasında değil, üçüncü bir tarafın dahil olmasıyla mümkündür. Bu üçüncü taraf, çoğunlukla bir hakem, arabulucu ya da garantör/kefil olarak devreye girer ve ilişkinin “üçlenmesini” sağlar. Bu yapı, psikoanalitik düzeyde “ödipal üçgen”e benzer biçimde işlev görür: Taraflar arası doğrudan çatışma, üçüncü bir figürün varlığıyla sembolik düzleme aktarılır. Bu üçüncü taraf, yalnızca teknik bir arabulucu değil; aynı zamanda güvenin yeniden inşasına hizmet eden bir yapıdır. Taraflar birbirine güvenmediği için, bu aracıya güvenerek müzakere eder; onun tarafsızlığına, adaletine ve dengeleyici işlevine dayanarak bir çözüm zemini kurar. Üçüncü taraf, bu anlamda yalnızca bir “dış destek” değil, aynı zamanda çatışmanın duygusal gerilimini dağıtan, öfkenin doğrudan hedefe yönelmesini engelleyen bir psikopolitik tampon bölge işlevi görür.
Ancak yaşandığımız bu yeni süreçte bu işlevi üstlenecek bir dış hakem ya da ara güç bulunmamaktadır. Taraflar hem çatışmanın tarafı hem de çözümün yürütücüsü olmak durumundadır. Bu durum, süreci hem sembolik hem de duygusal olarak son derece kırılgan kılar. Zira bu durumda, devletin uzun yıllar boyunca “terörist”, “bölücü” ya da “katil” olarak tanımladığı bir aktörlerle doğrudan diyalog kurması; hatta bir çözüm sürecinde o aktör(leri)ü muhatap alması gerekir. Bu, yalnızca siyasi bir manevra değil, aynı zamanda büyük bir anlatı değişimini ve duygusal dönüşümü zorunlu kılar. Barışın bu biçimi, üçüncü bir tarafın yokluğunda, ötekine güvenme değil, önce birbirini mecburen tanıma üzerine kuruludur. Ancak bu tanıma, geçmişin söylemleriyle ve öfkenin hâlâ canlı olduğu bir zeminde gerçekleştiğinde, barış süreci kaçınılmaz olarak yüksek gerilimli, kırılgan ve kolay kışkırtılabilir bir hâl alır.
Yenilgi ve İntikam Arasındaki Psikodinamik Bağlantı
Yenilginin en yaygın duygusal karşılığı hınçtır. Bu duygu, yalnızca bireysel bir öfke hali değil; kolektif hafızada tortu bırakan, zamanla intikam arzusuna dönüşen bir duygulanımdır. Özellikle bastırılmış ya da tanınmamış mağduriyetlerde, bu duygu içselleştirilir ve siyasal retoriklerin temel enerjisi hâline gelir. Böylelikle savaşın bittiği yerde dahi savaşın duygusu yaşamaya devam eder. Bu bağlamda, savaş sonrası dönemler bir “barış dönemi” olarak tanımlansa da aslında çok sayıda görünmez çatışmanın sürdüğü, aktörlerin rollerini yeniden inşa ettiği ve duygusal cephelerin varlığını koruduğu ara dönemlerdir. Bu dönemde af yasaları çıkarılır, uzlaşı çağrıları yapılır, bellekler şekillendirilir. Ancak bu süreçlerin kalıcılığı, intikam arzusunun tanınıp tanınmamasına ve dönüştürülüp dönüştürülmemesine bağlıdır. Yani politik ve sembolik affın yanısıra ‘anlatma, dinleme, kabul etme, bağışlama ve gerçek anlamda barışma’ için de yol almak gerek.
Barış, Hatırlamanın Bir Biçimi Olarak
Savaş sonrası düzenin barış olarak adlandırılabilmesi için, yalnızca silahların susmuş olması yetmez. Aynı zamanda adalet duygusunun tatmin edilmesi, hakikatin ortaya konması ve kolektif hafızanın tanınması gerekir. Aksi hâlde kurulan düzen, yalnızca bastırılmış bir öfkenin gelecekte yeniden patlak vermesine zemin hazırlar (Freud: Bastırılanın şiddetli geri dönüşü). Barış, çoğunlukla geçmişin unutulmasıyla değil, onun dönüştürücü bir biçimde hatırlanmasıyla mümkündür. Unutmak, yüzleşilmemiş travmaların bastırılması anlamına geldiğinde, barış yalnızca geçici bir suskunluğa indirgenir. Oysa gerçek bir barış, geçmişle açık ve doğrudan bir yüzleşmeyi zorunlu kılar. Yüzleşme ise paradoksal biçimde, en etkili unutma biçimidir – yükten arındırarak hatırlamak.
Bu düşünce, 2023 yılında Almanca yayımlanan Erinnern als höchste Form des Vergessens (“Unutmanın En Yüksek Biçimi Olarak Hatırlama”) adlı ortak kitapta da dile getirilir. Kitaba katkı sunan yazarlar, özellikle Nazi dönemiyle yüzleşme çerçevesinde, geçmişin gelecek kuşaklara duygusal ve etik bir yük olarak aktarılmasının önüne geçmek için bilinçli ve sahici bir anımsama pratiğini savunurlar… Yaşadığımız bu süreç çok acıslı, sancılı da olsa aslında bir şans da. Her kriz bir fırsattır… Hatırlama, “ama”sız, “fakat”sız, mazur göstermeyen ve tarihselleştirme yoluyla yumuşatılmayan bir hatırlama olmalıdır kanımca. Bu tür bir hatırlama sayesinde geçmişin olayları hafızada tutulur; ancak taşıdığı duygusal ve etik yük zamanla dönüştürülerek hafifletilir. Böylece gerçek bir unutma değil, ama duygusal olarak daha taşınabilir bir hatırlama biçimi ortaya çıkar. Bu bağlamda “unutma”, ne bastırma ne de inkâr anlamına gelir; tam tersine, açık bir yüzleşme süreci aracılığıyla duygusal yoğunluğun çözülmesi anlamına gelir. Zira bir olayın zaman içinde yalnızca tarihsel bilgiye dönüşmesi, onun duygusal ağırlığından arındığı anlamına gelir. Örneğin, Niğbolu Muharebesi ya da Romalılarla Kartacalılar arasındaki savaşlar, bugün yaşayan bireyler için genellikle tarihsel veri niteliğindedir. Bu savaşların korkunçluğu akıl yoluyla kavranabilir; ancak bu olayların günümüz bireyinde güçlü bir duygusal tepki yaratması beklenmez. Bunun nedeni, söz konusu olayların duygusal aktarım zincirinden kopmuş, tarihsel bilgiye indirgenmiş olmalarıdır. Oysa bazı tarihsel olaylar –örneğin 1915, 1938, 1980– sadece tarihsel veri değildir; onlar devam eden duygulanımlar, kuşaklararası aktarılmış acılar, siyasi ve kültürel kimliğin parçalarıdır. Bu olaylarla ilgili bilgi, nötr değildir; yüklüdür, çağırır, yaralar, konum aldırır. İşte bu nedenle, barış çalışmalarında amaç yalnızca bu olayları belgelemek değil; onlarla kurulan duygusal ilişkinin dönüştürülmesini sağlamak olmalıdır. Hafıza çalışması, geçmişin yalnızca kaydını değil, aynı zamanda onunla birlikte yaşamanın –ve gerektiğinde ondan özgürleşmenin– yollarını da araştırmalıdır. Böyle bir yüzleşme, travmatik olayların kolektif hafızada sadece “sönümlenmesini” değil, aynı zamanda duygusal yükten tarihsel bilgiye evrilmesini sağlar. Bu ise ancak “unutmadan unutmak” olarak tanımlanabilecek bir etik-politik duruşla mümkündür. Bu perspektif, sadece Almanya için değil, Türkiye gibi çok katmanlı tarihsel travmalarla yaşayan coğrafyalar için de son derece önemlidir.
Ancak bu hatırlama pratiği, yalnızca mağduriyetlerin kronolojik bir dökümünden ibaret kalmamalıdır. Gerçek yüzleşme, yalnızca mağdurun anlatısının duyulması değil; aynı zamanda failin kendi sorumluluğuyla yüzleşmesi, her aktörün kendi tarihsel rolünü sorgulamasıyla mümkündür. Aksi hâlde, her topluluk kendi acısını merkeze alarak ötekini yeniden fail konumuna yerleştirir ve böylece barışın dili bir kez daha çatışmanın zeminine kayar. Dolayısıyla barış, toplumsal hafızanın yeniden yapılandırılmasıyla mümkündür ve bu yapılandırma, sadece sessizlikle ya da yasayla değil, etik olarak sorumluluk üstlenen, çoğul anlatılara alan açan bir yüzleşmeyle sağlanabilir.
Yenenler ve yenilenlerin şiiri
Nazım, Şeyh Bedreddin Destanı’nda yazmıştı: ‘Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler........© Artı Gerçek
