Uyuşturucuyla mücadeledeki saçmalıklar…
Korona döneminde online iletişimin yaygınlaşmasıyla, ben de Türkiye’de yaşayan bazı meslektaşlarla sosyal medya üzerinden tanışma fırsatı buldum. Onların kaygılarından biri, uyuşturucunun yaygınlaşması, kullanım yaşının giderek düşmesi, uyuşturucuya bağlı kriminal olaylardaki artış ve kamusal alanlarda uyuşturucu bağımlıları nedeniyle oluşan güvensizlik. Meslektaşlarım, devletin önlemleri sıklaştırması gerektiğine özellikle vurgu yapıyorlar.
Ben ise uyuşturucu meselesine farklı bir açıdan yaklaşıyorum ve bunu yazıya dökmek istiyorum. Ancak, baştan belirtmeliyim ki bu yazı kesinlikle uyuşturucuyu teşvik eden ya da öven bir amaç taşımıyor. Fakat, onlarca yıldır aynı yöntemlere dayanarak ve yüz milyarlarca dolar harcayarak uyuşturucuyu yok etme yöntemi çok da başarılı olmuyor. Aynı yolu yeniden gitmeyi önermek de çözümsüzlüğü istemek gibi bir şey.
Çoğumuz, uyuşturucu kullanan kötü örneklerden yola çıkarak genellemelere varıyoruz; hâlbuki uyuşturucu kullananlar içinde asıl sorun yaratanlar, sadece küçük bir grubu oluşturuyor. Uyuşturucu hakkındaki bilgilerimiz, çoğunlukla canavarlaştırılmış ve kötü hikâyelerden oluşuyor. Çoğu insan, bu konuya kişisel deneyimi olmadan ve ahlaki gerekçelerle reddederek yaklaşmayı tercih ediyor. Özetle, hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız ancak korkutucu bulduğumuz bir sorunun çözülmesini istiyoruz. Uyuşturucu çoğunlukla bilgi ve deneyime değil, korku ve şeytanlaştırmaya dayalı söylemlerle ele alınıyor.
Helena Barop, Der Grosse Rausch ve MohnBlumenkrieg adlı kapsamlı çalışmalarıyla, devletlerin -özellikle ABD’nin- uyuşturucu ile mücadele politikalarına eleştirel bir perspektiften yaklaşıyor. Bu politikalar, zamanla tüm ülkelere dayatılarak, günümüzde hâlâ geçerli olan uyuşturucu politikalarını belirlemiştir. Bu yazıda, Barop’un eserlerinin yanı sıra Norman Ohler’in Der totale Rausch adlı kitabından da faydalanacağım. Ohler, diktatörlüklerde ve savaş dönemlerinde uyuşturucunun bilinçli bir şekilde nasıl kullanıldığını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.
Devletlerin uyuşturucuyla mücadele politikalarına baktığımızda, aslında bu alandaki tutumlarının oldukça çelişkili olduğunu görüyoruz. Bir yandan uyuşturucuyla mücadele adı altında sıkı yasalar çıkararak ve milyarlarca dolar harcayarak bu sorunu çözmeye çalışıyorlar. Ancak diğer yandan, aynı devletlerin uyuşturucu ticaretine ya doğrudan ya da dolaylı şekilde dahil olduklarına dair örnekler ve iddialar var. Uyuşturucu konusunda uluslar ve devletler iki yüzlü bir tutum sergiliyorlar.
Uyuşturucuyla mücadelenin temelinde büyük çelişkiler var. Örneğin, bazı ülkeler uyuşturucu trafiğini kontrol etmek veya çıkar sağlamak amacıyla belli gruplara ya da çatışmalara göz yumabiliyor. Ayrıca, uyuşturucu kullanımını tamamen yasaklayan devletlerin, aynı zamanda yasal olarak alkol, şans oyunları, kahve, porno ve sigara gibi bağımlılık yapıcı maddelerin satışını teşvik etmesi de bu iki yüzlülüğün bir diğer boyutu.
Sonuç olarak, devletlerin uyuşturucuyla mücadelede sergilediği çelişkili tutum, bu meselenin sadece bireylerin değil, sistemin de bir sorunu olduğunu gösteriyor. Bu noktada, asıl odaklanılması gereken, bu politikaların ne kadar samimi ve sürdürülebilir olduğu sorusudur.
Halk da aslında uyuşturucuya çok karşı ama en çok izlediği filmler mafya filmleri.
Uyuşturucuda suçlu kim
Uyuşturucu yasaklarıyla ilgili tartışmalarda suçlunun kim olduğu konusunda üç temel eğilim öne çıkıyor. İlk olarak, tinerciler, bağımlılar, esrarkeşler suçlu ilan ediliyor. Bu durumda, bağımlılar kriminalize edilerek toplumdan dışlanıyor. Devlet, suçüstü yakalayarak yargı süreçlerini başlatıyor, toplum ise bu bireylerden kaçınmaya ve uzak durmaya özen gösteriyor. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken bir durum var: Bağımlılıklarından ötürü zaten mağdur olan insanlar aynı zamanda suçlu ilan ediliyor. Bu yaklaşım, tartışmanın en kırılgan kesimini hedef alıyor ve onları mağduriyetlerinden dolayı daha da dışlanmış bir konuma itiyor.
Bu yaklaşımda arz-talep ilişkisi önemli bir yer tutuyor. Politikacılar, uyuşturucu tüketicisine baskı yaparak ve bağımlıyı cezalandırarak talebin kesileceğini ve dolayısıyla uyuşturucunun kökünün kazınabileceğini varsayıyorlar. Ancak, onlarca yıllık deneyim bu stratejinin etkili olmadığını gösterse de aynı politikalarla mücadeleyi sürdürme konusunda ısrar ediliyor. Bu direnç, uyuşturucu bağımlılığına dair anlayışın ve mücadele yöntemlerinin güncellenmesinde ciddi bir yavaşlama yaratıyor.
Günümüzde yapılan psikososyal açıklamalar ve bağımlılık dinamikleri üzerine araştırmalar, devletlerin bağımlılığa bakış açısında ve sorunlara yaklaşımındaki eksiklikleri ortaya koyuyor. Bağımlılıkla mücadeleye yönelik “tövbe ettirme”, “yemin ettirme” ya da “caydırıcı cezalar” gibi yüzeysel yöntemler, bağımlılığı anlamak ve çözmekten çok, sorunun üzerini örtmeye yönelik bir çabadır.
Modern anlayış, bağımlılığı yalnızca bireysel kararların sonucu olarak değil, derin psikolojik ve sosyal kökenlere dayalı bir durum olarak ele alıyor. Bağımlılar, yaygın inanışın aksine, “kötü arkadaşlara uyarak” ya da “yanlış seçimler yaparak” değil, genellikle çocuklukta yaşananlar, travmalar, duygusal boşluklar, içsel huzursuzluklar ve depresyon gibi faktörlerin etkisiyle bu duruma sürükleniyor. Bu nedenle, bağımlılığı önlemek ve tedavi etmek için bireylerin geçmişlerine, duygusal yaralarına ve psikolojik ihtiyaçlarına odaklanmak gerekiyor. Bu anlayış, bağımlılıkla mücadelede yalnızca yasakların ve cezaların yeterli olmadığını, bunun yerine kapsamlı bir sosyal, psikolojik ve ekonomik destek sisteminin oluşturulması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
Diğer yandan, daha temel bir soru gündeme gelmektedir: Evinde tek başına, kimseye zarar vermeden esrar kullanan bir bireyin hukuki olarak suç sayılan eylemi nedir? Hukuki anlamda bir suçun oluşabilmesi için yalnızca yasa ihlali yeterli midir? Çoğu hukuk kuramına göre, bir mağdurun varlığı, yani eylemin bir başkasının yaşamına, mülkiyetine ya da haklarına zarar vermesi gereklidir. Bu bağlamda, bireysel bir eylem olarak esrar kullanımı, toplumsal bir mağdur üretmediği sürece suç kategorisine nasıl dâhil edilebilir? Türkiye’de hukukun suç tanımına ilişkin yaklaşımı ile siyasal ve kültürel söylemler arasında belirgin bir çelişki var galiba. Hırsızlığın “uyanıklık”, iftiranın “milli ve yerli” addedildiği; sistematik işkencelerin ve toplu katliamların “iş kazası” olarak nitelendirildiği; aile kurumunun — tüm içsel şiddet potansiyeline rağmen — “kutsal” olarak yüceltildiği bir toplumda, bazı davranışların suç olarak tanımlanması meselenin hukuki değil, ideolojiktir aslında. Nitekim, evlilik içi cinsel şiddetin suç olmaktan çıkarılması, bireysel hakların değil, ataerkil düzenin korunmasını önceleyen bir hukuk mantığını yansıtmaktadır. Bu çerçevede, toplumun yapay suç üretimine ve bu suçlara atfedilen sembolik rollere olan ihtiyacı sorgulanmalıdır. Bireysel özgürlük alanlarının keyfi biçimde suç kapsamına alınması, hem devletin gözetim ve denetim araçlarını meşrulaştırmakta hem de gerçek toplumsal sorunların üzerini örtmektedir. Günümüzde en yaygın ve yıkıcı yapısal şiddet biçimi olan yoksulluk, siyasi iktidar tarafından sistemsel bir sorun olarak ele alınmak yerine, bireysel tercihlere indirgenmektedir. Bu noktada, alkol ve sigara gibi bireysel alışkanlıklarla mücadele eden bir siyasi liderin, geniş kesimlerce “ahlaki kahraman” figürü olarak idealize edilmesi, esasen yoksulluğa karşı kayıtsız kalmanın üzerini örten sembolik bir söylem olarak işlev görmektedir.
Uyuşturucu sorunu elbette göz ardı edilemez; ancak burada vurgulanmak istediğim, bu sorunun sistematik ve kamusal bir yaklaşımla değil, ideolojik bir manipülasyonla ele alındığıdır. Gerçek sorunların yerine ikame edilen bu “uydurulmuş meseleler”, hem toplumun dikkatini dağıtmakta hem de bireysel özgürlüklerin sınırlarını keyfi biçimde daraltmaktadır. Bu durum, yalnızca ceza hukukunun değil, toplumun suç anlayışının ve bireysel haklara ilişkin etik bakış........
© Artı Gerçek
