menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Psikolojinin Pisliği 5 - Ruhsal striptiz

35 6
29.03.2025

Evet, insanın ruhsal derinliklerinde yer alan fırtınalar, travmalar ve karanlık taraflar, sanatın, mitlerin, destanların ve kahramanlık anlatılarının vazgeçilmez bir motifidir. Kötü, insanın hem korktuğu hem de büyülendiği bir unsurdur; bu nedenle, estetik ve anlatı dünyasında oldukça çekici bir yer tutar. Kötülük, insan doğasını anlamak ve anlatmak için güçlü bir araçtır, çünkü karşıtlık ve çatışma olmadan insanın içsel derinlikleri ve dönüşümü tam anlamıyla ifade edilemez.

Dinlerin kuruluş anlatılarında da kurucu şiddet/kötülük kavramının varlığı dikkat çeker. René Girard’ın Gründungsgewalt (Kurucu Şiddet) teorisi, toplulukların ve inanç sistemlerinin, başlangıçta şiddet ve kaosla şekillendiğini öne sürer. Mitlerde ve dini metinlerde sıkça karşılaşılan bu kurucu şiddet, toplumsal düzeni sağlama, kutsal olanı yaratma ve kaostan düzene geçişin bir sembolü olarak görülür. Örneğin, Habil ve Kabil’in öyküsü, sadece bir kardeş katli değil, aynı zamanda suç ve cezayla şekillenen bir düzenin başlangıcını temsil eder.

Kötülük, sadece bir anlatı unsuru değil, aynı zamanda insanın kendi varoluşunu ve içsel çatışmalarını anlamasının bir yoludur. Dinlerin kuruluş mitlerinde ve sanatta kötülüğün bu kadar merkezi bir rol oynaması, onun insan deneyiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir. Bu, insan ruhunun karanlık derinliklerinin, aynı zamanda yaratıcı ve dönüştürücü bir güce sahip olduğunu da ortaya koyar.

İnsan çok dillidir

İnsanların kamusal alan için geliştirdikleri bir dil vardır: kamusal anlatı veya kamusal dil. Tanıdık birisi bize “Nasılsın?” diye sorduğunda, genellikle yaşadığımız travmaları ya da ödeyemediğimiz kira borcunu anlatmayız. Kamusal dil, bu tür bir soruya otomatik ve beklenen yanıtlar verir: “İyiyim” ya da “Fena değil” gibi. Kamusal alanda, o kamunun normal saydığı, toplumsal olarak kabul gören bir dil konuşulur. Bu dil, herkesle iletişim kurmamıza olanak tanır ve çatışmalardan kaçınmaya yöneliktir. Eğer çatışma ortaya çıkacaksa da bu ancak toplumsal olarak kabul edilebilir ya da çelişkilere izin veren bir dille ifade edilir. Örneğin, bir azınlığa mensup birey, bazı durumlarda kimliğini çok öne çıkarmamaya özen gösterebilir.

Bunun yanı sıra, Werner Schiffauer’ın Türk kültürü bağlamında bahsettiği bir başka dil, özel dildir. Özel dil, kişinin güvendiği ilişkilerde, genellikle ailesi gibi yakın çevresinde kullandığı dildir. Bu dil, kamusal alanda konuşulamayacak konuların konuşulmasına izin verir. Örneğin, bir Ermeni ya da Alevi özel dilde kimliğini saklama gereği duymazken, kamusal alanda bu kimliğini gizleyebilir. Misafirliğe gelen bir kuzenle kamusal bir dilde sohbet edebiliriz, ancak onun ayrılmasından sonra çekirdek aile içerisinde onun anlattıklarının saçma olduğunu özel dilde konuşabiliriz. Özel dil, kişinin yanında söyleyemediklerini ifade etmesine olanak tanır. Arkadan konuşma, dedikoduda bir kişi hakkında asıl fikrimizi söyleyebiliriz.

Bunların dışında bir de üçüncü bir dil vardır: mahrem dil. Bu dil, dostlarımızla ya da sevgililerimizle konuşurken kullandığımız dildir. Mahrem dil, sırların ve kamusal ya da özel dilde konuşulmayanların ifade edilmesine olanak tanır. Bu dil, çok derin bir güven ilişkisini gerektirir. Mahrem dilde, travmatik olaylar, hatalar, kusurlar ve hiç kimseye anlatılamayan, örneğin cinsellik gibi, konular konuşulabilir.

Tüm bu dillerin ötesinde, başka bir dil daha var: terapik dil. Terapik dil, insanın kendisinin bile farkında olmadığı ya da kendisine bile itiraf edemediği konuların konuşulabilir hale geldiği bir dildir. Bu dil, saçmanın, çılgınca olanın ve normlara uymayan düşüncelerin ifade edilebildiği bir alan yaratır. İnsan, normal olanı dostları ve arkadaşlarıyla paylaşabilir, ancak terapik dil, normali aşan ve çoğu zaman gizlenmiş ya da bastırılmış olanın ortaya çıktığı bir dildir. Bu dil, bireyin kendisini derinlemesine anlamasına ve fark etmesine olanak tanır.

İşte kirli psikoloji, bu mahremiyeti ekranlara taşıdı. İnsanların en mahrem olanlarını, travmatik deneyimlerini coşku ve eğlenceye dönüştürerek ekrana yansıttı. Artık terapik konuşmalar, bir şov haline geliyor. İnsanlar ruhlarını ve en gizli sırlarını, adeta ruhsal bir striptiz gibi, sahneye taşıyor. Yavaş yavaş, kişi yaşadıklarını soyunur gibi anlatıyor; her sahne, bir başka çıplaklığı getiriyor. Bu anlatı sırasında, teşhir etmenin hazzı da ekleniyor.

Ancak, kameranın olduğu yerde bir senaryo ve rol vardır. Fotoğraf makinesinin icadıyla hayatımıza poz girdi. Kameranın bulunduğu her yerde bir poz verme ve rol yapma durumu oluşur. Bu nedenle, mahremiyet ve hakikat, poz ve rol üzerine kurulu bir şekilde düzenleniyor. Bu bir sahneleme ve sergileme biçimidir; bir akışa göre kurgulanır ve duygusallık senaryolaştırılır.

Bu bağlamda, Erving Goffman’ın tanımladığı rol mesafesi (Rollendistanz) kavramı devreye girer. Rol mesafesi, kişinin oynadığı rol ile kendisi arasında kurduğu mesafeyi ifade eder. Bir spiker okuduğu kötü bir haberle arasına mesafe koyar. Yani bir ölüm haberi okurken üzülüyormuş rolündedir ama iç dünyasında o an ölüm üzüntüsü yaşamaz. Örneğin, Hülya Avşar bir filmde ağladığında, bunu rol gereği yapar ve bu nedenle o duygu gerçek anlamda yaşanmış değildir.

Kısacası, ruhsal striptiz olarak kurgulanan televizyon terapilerindeki duygusallık, büyük ölçüde rol icabıdır. Anlatılanların gerçekliği, bir performansın parçası haline gelir ve mahremiyet, hakikatten koparak bir senaryo ürünü haline dönüşür. Bu durum, mahrem olanın sahnelenmesi yoluyla hem bireysel hem de toplumsal değerlerin aşındığı bir kültürel problem yaratır.

Terapilerde, sanıldığı gibi sürekli yükselmeler, aydınlanmalar ya da yoğun duygusal anlar yaşanmaz. Çoğu zaman gündelik konuşmalar, sıradanlık ve monotonluk hakimdir; bu süreçler bazen can sıkıcı bile gelebilir. Ancak terapide derin bir güven duygusu oluştuğunda, yer yer sıçramalar ya da derinlere düşmeler gerçekleşir. Bu da terapinin sansasyonların sıkça yaşandığı bir mekân değil, yavaş ilerleyen bir süreç olduğunun göstergesidir. Bu anlamda, terapide “sedirden sıçrayarak kalkmalar” oldukça nadirdir.

Buna karşılık, televizyon ekranlarında “terapi” adı altında mahremiyetin teşhir edilmesine sıkça rastlıyoruz. Bir örnekte, bir terapist (?) cinsel tacize uğramış bir danışanına, anacan bir tonda “Nasıl oldu, biraz anlatır mısın?” diye soruyor. Kameralar, danışanı yakın çekimde gösterirken, en mahremin uluorta sergilendiği bir sahneye tanık oluyoruz. Kadın, eşiyle yaşadığı en mahrem deneyimlerini paylaşırken, bu artık mahremin kamusal bir dille anlatılmasına dönüşüyor.

Bu sırada, terapist olduğu iddia edilen kişi, danışanın anlattıklarına duygu dolu ifadelerle tepki veriyor. Ancak bu durum, mahrem........

© Artı Gerçek