menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Psikoloji insan kullanma kılavuzu değildir

25 1
21.04.2025

Sıkça rastlıyorum: Böyle yaparsanız eşiniz şöyle davranır, şöyle söylerseniz ilişkiniz düzelir, çocuğunuza bunu derseniz şu sorun ortaya çıkar, narsiste böyle söyleyin, depresyona girene bunu anlatın… Yani standart bir çocuk/kadın/erkek var ve bu standart kişilerle aramızdaki ilişki de standart. Aradaki dil anlama, kavrama da standardize edilmiş ve biz bu durumda standardize bir laf söylediğimizde nasıl anlaşılacağımızı öngörebiliyoruz… İletişim en çok kazanın yaşandığı, yanlış anlaşılmaya açık bir alan. Bir cümleyi hangi ruh haliyle, hangi kontekste, hangi ses tonunda söylediğimiz bile o cümleye farklı anlamlar katabiliyor. Yani psikoterapi ‘anlamıyorum, bilmiyorum ama anlama gayreti içinde olacağım’dır… Psikoloji insan kullanma kılavuzu değildir. Aldığımız elektronik aletler için kullanım kılavuzları vardır. Bir düğmeye basarsanız kısa yıkama programı, başka bir düğmeye basarsanız renkli çamaşırlar yıkanıyor—ama insan, bir makine değildir. İnsanı bir alet gibi görmek, programlanabilir olduğunu sanmak, psikolojiyle pek ilgili değildir. Bu tür anlatıların psikoloğa kattığı narsistik haz ise yadsınamaz. Narsistik, çünkü psikolog kendisini bir “insan tamircisi” gibi konumlandırır. Oysa sosyal bilimler—psikoloji de dahil—genellikle geleceğe değil, geçmişe dair bir şeyler söyleyebilir. Örneğin, bir kişinin neden depresyon geçirdiğini, depresyonda hangi faktörlerin rol oynadığını analiz edebilir. Ancak kimin, ne zaman ve hangi şiddette depresyon yaşayacağını önceden tahmin edemeyiz. Çünkü sosyal bilimler genelde, olmuş bir şeyi analiz edebilir—olacak olanı değil.

Modern Psikoterapi ve Otorite İlişkisi: Toplumsal Belirsizlikte Terapistin Rolü

Modern öncesi toplumlarda toplumsal roller, görevler, ritüeller ve bireylerin toplum içindeki pozisyonları büyük ölçüde belirgin ve sabitti. Kadınların, erkeklerin, çocukların ve yaşlıların nasıl davranması gerektiği, kültürel normlar ve gelenekler çerçevesinde tanımlanmıştı. Ancak moderniteyle birlikte toplumsal yapılar çözülmeye başlamış; bireylerin yaşam biçimleri, kimlikleri ve ilişkileri çeşitlenmiş ve bu durum, davranışsal normlar konusunda belirli bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Seçme özgürlüğünün artması, bireysel özerkliğin güçlenmesine olanak tanımış olsa da bu özgürlük aynı zamanda yönelimsel bir karmaşaya ve davranışsal istikrarsızlığa da zemin hazırlamaktadır. Örneğin geçmişte evlilik kurumu oldukça standart kalıplar içinde gerçekleşirken, günümüzde bu kuruma ilişkin beklentiler ve biçimler çeşitlenmiş, bu da bireylerde ilişki kurma ve sürdürme konularında bir güvensizlik ve deneyimsizlik hissi doğurmuştur. Bu toplumsal dönüşüm, bireyleri “bilen” bir otoriteye yöneltmekte; belirsizlik karşısında güven duyulacak bir figüre ihtiyaç doğmaktadır. Renata Salecl’in ifade ettiği gibi, çağdaş psikologlar giderek artan biçimde üst-ben işlevini üstlenen bir otorite konumuna yerleşmektedir (Per(Versionen) von Liebe und Hass, 2000, s. 221). Bu bağlamda psikoterapist, yalnızca bir danışman değil, aynı zamanda bireyin içsel rehberliğini ve ahlaki pusulasını temsil eden bir figür haline gelmektedir. Francis Bacon’ın “bilgi güçtür” önermesiyle paralel şekilde, terapist de bilgiye ve uzmanlığa dayalı bir güç edinmekte ve bu gücü modern toplumda “ilişki uzmanı” rolüyle temsil etmektedir. İlişkisel güvensizliklerin arttığı bir ortamda bireyler, deneyim ve kurallar aracılığıyla yön bulma çabası içerisine girmekte, terapisti bu arayışın merkezi konumuna yerleştirmektedirler. Bu çok narsistik, ayartıcı bir pozisyon… Ve çoğumuz bu tuzağa kolayca düşüyoruz.

Kent yaşamının çoklu değer sistemleri ve normatif çeşitliliği, bireyleri ortak ahlaki kodlara duyulan ihtiyaca daha da yaklaştırmakta; terapist burada yalnızca kişisel değil, toplumsal bir boşluğu da doldurmaktadır. Ancak bu rol, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda narsistik bir boyut da taşımaktadır. Günümüz otoritesi artık buyurgan, sert ve cezalandırıcı bir figür değil; anlayışlı, empatik ve bilgiyle donanmış bir imgeye sahiptir. Bu bağlamda terapist, “her şeyi bilen aynı zamanda hoşgörülü” bir otorite olarak konumlandırılmakta ve en muhafazakâr bireyler dahi bu “liberal otorite”ye yönelmektedir. Burada “olmak” ile “görünmek” arasındaki fark önem kazanmaktadır. Terapist de bir imaj inşasının parçası hâline gelmekte, kendi maskesini oluşturmaktadır. Günümüz kimlik politikalarının etkisiyle, terapistin görünümü ve temsiliyeti, mesleki niteliğinden bağımsız olarak bir statü göstergesine dönüşmektedir. Terapist, ait olduğu sınıfsal konumdan ziyade, çoğu zaman bir üst sınıfa aitmiş gibi bir temsille varlık göstermektedir. Zira psikoterapi, hâlihazırda sosyoekonomik olarak avantajlı bireylere sunulan bir hizmettir. Terapiye erişebilen orta ve üst sınıf bireyler, genellikle kültürel sermayesi yüksek, imajlarını inşa etmiş bireylerdir. Bu nedenle, terapist ile danışan arasındaki etkileşim çoğu zaman benzer sosyal arka planlara sahip bireylerin karşılaşması olarak tezahür eder. Bu sınıfsal ortaklık, otoriteye yönelik tutumları da şekillendirmektedir. Bu bireyler, otoriteye boyun eğmeyi zayıflık olarak görmekte; ancak hoşgörülü ve bilgiye dayalı bir otoriteye tabi olmayı içselleştirebilmektedir. Bununla birlikte, kendi ebeveyn otoriteleriyle çatışma içinde olan bireyler, bu çatışmayı terapötik ilişkiye de taşıyabilirler. Terapist ise, farkında olmadan bu ödipal çatışmadan kaçınan bir pozisyona geçebilir. Sonuç olarak, modern psikoterapi yalnızca bireysel bir iyileşme süreci değil, aynı zamanda çözülmüş geleneksel yapılardan doğan bir otorite boşluğunun dolmasını da içermektedir. Terapist, yumuşak ama yönlendirici bir figür olarak hem seçilebilen hem de rekabet eden otoritelerden biri haline gelmiştir. Bu durum, günümüzde otoritenin yeniden tanımlanma biçimlerine dair önemli ipuçları sunmaktadır.

Yine mi Freud…

Psikoanalitik karşılaşma yeni bir ilişkinin başlaması, sembolik bir doğumdur. Psikanaliz, iki yabancının (psikanalist ve hasta) birbirine güvenmeyi denemesi ve güvenmeyi öğrenmesi için çaba göstermesidir. Her güven ilişkisinde, aynı zamanda güvenme korkusu da yani güvenememe de var. İnsanların yaşadıkları ilişkiler ve bu ilişkilerdeki düş kırıklıkları psikoanalitik ilişkiye de yansır. Güven, beklenti ve umudu içerir. Bebek ağladığında annesi gelir ve onunla ilgilenir. Bu dönemde anne çocuğun tepkilerine anında yanıt verir. Bu nedenle bebek annesini kendisi dışındaki bir varlık, kişi olarak algılamaz. Annesi kendisinin devamı, kendisinin bir organıdır. Bu durum birçok kez tekrar eder ve çocuk, ağlaması üzerinden annesiyle iletişime geçer. Bir süre sonra anne çocuktan kısmi bağımsızlaşır. Bebeğin işaretlerine anında değil de biraz tehirli tepki verir. Mesela bebek ağladığında yumuşak bir sesle hemen geleceğini söyler. Yani hemen gelmez ama gelme sözü verir. Bu süreçte bebek annesinin kendisinden bağımsız kendisi dışında biri olduğunu da kavramaya başlar. Bu gecikmeye ve annenin kendi dışında olmasına rağmen bebek için dünya/hayat güvenlidir çünkü anne gecikmeli de olsa gelip çocuğun gereksinimlerini gidermektedir. Çocuk, ağladığında annesinin geleceğini umut eder ve onun gelmesini bekler. İşte bu süreçte, çocuk sadece annesine değil, dünyaya da güvenebileceğini kavrar ve güven duygusunu konseptleştirir. Bu güven ve güvensizlik dinamiği çeşitli ilişkilerde yeniden ortaya çıkar. Travmalar, yaşanan düş kırıklıkları bu güven duygusunda ciddi sarsıntılar yaratır. Paranoyak tutumlar, komplo teorileri, dünyanın güvensiz yer olduğu veya insanların güvenilmez oldukları hikayesi genelde bu konulardaki sıkıntılarla da ilişkilidir. Bu sorunların çözümü de psikanalizde uzun bir çalışmayla giderilmeye çalışılır. Yani ‘gelin güveninizi yenileyelim’ veya ‘güvenmenin üç etkili yolu’ gibi öneriler sadece reklam amaçlıdır…

Güven üzerine çalışan ve bu konuda Vertrauensfragen=Güvene dair sorular adlı eseri yayımlayan Ute Frevert, güvenin, ötekinin iyi olduğu inancını ve iyi kalmaya çaba göstereceğine duyulan güveni de içerdiğini belirtir. Örneğin, iki yabancı randevulaştığında, her iki taraf da diğerinin randevuya geleceğini umut ederek ve bu beklentiyle buluşmaya gider. Yani güven içinde her zaman bir risk barındırır. Güven, sosyal bir kredidir ve aslında risk alınan bir yatırımdır da. Psikanaliz sürecinde de ötekinin iyi kalma çabasında olacağına dair inanç, sürecin ilerlemesine yardımcı olur.

Popüler psikoloji ve magazinleşme

Günümüzde psikolojinin popülerleşmesiyle birlikte, bu disiplinin giderek magazinleştiğini ve basitleştirildiğini de gözlemliyoruz. Kuşkusuz, psikolojik kavramları sade ve anlaşılır bir dille aktarmak önemli ve değerlidir. Ancak, psikolojinin popülerleşmesi, kimi zaman onun derinliğinin kaybolmasına ve yüzeysel bir bilgi aktarımına indirgenmesine neden olabiliyor.

Bazı terapistler, terapinin amacını yalnızca hastayı bilgilendirmek, ona “doğru yolu” göstermek ve bilinçlendirmek olarak kavrıyor. Oysa “doğruyu bilmek,” insan psikolojisini veya davranışlarını her zaman değiştirmeye yetmez. Örneğin, hepimiz “yalan söylemek kötüdür” deriz, ama hayatında hiç yalan söylememiş birini bulmak neredeyse imkânsızdır. “Sigara sağlığa zararlıdır” bilgisi sigara içenler tarafından da bilinir, ancak bu bilgi onların sigarayı bırakmasını sağlamaz. “Okumak faydalıdır” deriz, ancak dünyanın en az kitap okuyan toplumlarından biriyiz. Tüm bu örnekler, bilginin tek başına insan davranışları üzerinde belirleyici bir güce sahip olmadığını gösteriyor.

Psikanalistin Dinleme Süreci ve Terapötik Bölünme

Psikanalist, hastasını........

© Artı Gerçek